Bize Ait Olmayan Bir Dünya

Taksim Meydanı

Kamusal alan hepimize ait ortak bir dünyayı tanımlar. Kolektif deneyimlerimizin ve düşlerimizin dünyasıdır bu. Kimsenin niye orada olduğumuzu sorgulamadığı, parklarımız, meydanlarımız, pazarlarımız... Sıkıntılarımızı rüzgâra bıraktığımız sokaklar... Öteki ile buluşma mekânlarımız. Kapısında kimlik kontrolünün olmadığı, yabancı kalınmadığımız bir dünya. Ev sahibinin, misafirinin olmadığı, katılmak için insan olmanın yeterli olduğu bir dünya.

Kamusallığın piyasa dinamiklerine terk edildiği bir süreç yaşıyoruz. Bize ait ortak dünyamız giderek küçülüyor. Kolektif düşler ve deneyimler yerini, bireysel arzulara ve kışkırtılan ihtiyaçlara bırakıyor. Özgürlük serbestliğe, güven sadakatsizliğe, paylaşım benciliğe, dayanışma rekabete dönüşüyor. Kitle iletişimi vb araçlarla her gün daha fazla kışkırtılan, arzularını tatmin etmek üzere sokaklara dökülen kitlelerin, bu arzularını ne biçimde karşıladıkları ya da karşılayıp karşılayamadıkları konusu önemli bir sorunsal.

Müşterisi olduğumuz bir hayatı yaşamaya zorlanıyoruz. Büyük alışveriş merkezleri, süpermarketler gibi ilkelerini özel şahısların koyduğu, ortak alanları insanların birbiri ile ilişkisini sınırlayacak şekilde kurgulan, müşteri olunmaksızın içinde yer alamayacağınız mekânlarımız var. Kışkırtılan arzularınızı tatmine zorlandığınız mekânlar..

"Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek" adlı eserinde George Ritzer, tüketim konusunu incelerken bu kadar çok mal ve hizmet tüketmemize yol açan, özendiren, hatta zorlayan mekânların olağanüstü sayıda çokluğuna dikkat çekiyor. Bu tip mekânlar arasında kideler için büyük gösterilerin düzenlendiği, eğlencelerin, teknolojinin üretim değil tüketim için harcandığı ve insanların enerjilerini sistemi tehdit etmeden harcadıkları devasa yerler de var.

Tüketime yönelik örgütlenmiş olan bu tip mekânlara Ritzer, "tüketim katedralleri" adını veriyor. Çünkü bu mekânlar, birçok insan için büyülü , hatta dinsel bir karaktere sahip. "Sürekli daha da fazla tüketiciyi kendilerine çekmek için bu tüketim katedrallerinin tüketim için daha da büyülü, fantastik sihirli ortamlar sunmaları ya da en azından sunuyor görünmeleri gerekir. Bazen bu büyü kasten yaratılır."

Bu mekânların ortak yaşam alanlarınıza, kentlerin kamusal mekânlarına, meydanlar, sokaklar üzerine giderek daha fazla nüfuz ettiğini görüyorsunuz. Eğer tüketim gücünüz yoksa, kışkırtılmış arzularınızla, arzularını tatmin etmeye odaklanmış kitlelerin ortasında bulabilirsiniz kendinizi. Ya da tüketim gücünden yoksun olduğunuzu hal ve tavırlarınızdan anlayan bir özel güvenlikçi sizi almayacak kimi yerlere...

Peki öfkenin, haksızlığa uğramış olmanın, tatmin edilmemiş arzuların mekânları güvenliksiz yaşayabilir mi? Elbetteki hayır. Çünkü bu mekânlar aynı zamanda korkularımızın da mekânlarıdır. Suç, tatminsiz yığınlara kendisini bir zorunlulukmuşçasına dayatmaktadır. Özgürlük güvenliğe değil, tüketime feda edilmektedir. Çünkü güvensizlik piyasa tarafından bir ihtiyaç olarak üretilmektedir. Suç piyasa tarafından kentin damarlarına bırakılan bir dinamittir. Ve piyasa-suç-güvenlik zincirinde kaybedilen en önemli şey özgürlüğümüzdür.

Kamusal Alanın Demokratikleştirilmesi konulu bir panelde sevgili Ufuk Uras hocamız, "Nâzım Hikmet'e sorsaydık 'kamusal alanın demokratikleştirilmesi nedir' diye, muhtemelen o bize 'hep bir ağızdan türkü söyleyip / hep beraber sulardan çekmek ağı j bir oya gibi işleyip hep beraber / hep beraber sürebilmek toprağı / balı, incirleri hep beraber yiyebilmek / yarin yanağından gayrı her yerde, her şey de / hep beraber diyebilmek' için derdi" diye konuşmuştu.

Sermayenin egemenliği karşısında kolektif düşlerimizin gerçekleşmesi güç görünüyor belki, ama dünya paranın üzerinde değil, "dünya ellerimizin üstünde yükseliyor".

F. Serkan ONGEL