Bir Sihirli Kutu: Kapalıçarşı



Belki de sözü önce Orhan Veli’nin Kapalıçarşı şiirine bırakmak lazım.
Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar
bilirsin, sandık odalarında;
Senin de dükkânın öyle kokar işte.
Ablamı tanımazsın, Hürriyette gelin
olacaktı, yaşasaydı;

Bu teller onun telleri, bu duvak onun
duvağı işte.
Ya bu camekândaki kadınlar?
Bu mavi mavi, bu yeşil yeşil fistanlı...
Geceleri de ayakta mı dururlar böyle?

Ya bu pembezar gömlek?
Onun da bir hikâyesi yok mu?
Kapalıçarşı deyip geçme;
Kapalıçarşı, kapalı kutu.

Kapalıçarşı İstanbul’un fethinden sonra şehirde ticareti toparlamak ve Ayasofya Camii`ne gelir sağlamak için 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in emriyle kurulur. O zamanlardan günümüze gelene kadar yeni çarşı ‘bedesten’ ismiyle anılır. Bedesten aslında dünyanın ve imparatorluğun her tarafından toplanmış mücevherler, altınlar, silahlar, kıymetli kumaşlar, şallar, halılar ve her nevi kıymetli eşya ticaretinin döndüğü yer olarak biliniyor. Aynı zamanda bedestenin içinde zenginlerin, tacirlerin mücevherleri, altın ve gümüş eşyaları da derin kasalarda küçük bir ücret mukabilinde saklanmakta. Tabii ilginç olaylarda var; burada zamanla unutulan ve mirasçısı çıkmayan mallar Beytülmal’e kalıyormuş. Abdülmecit devrinin Şeyhülislamlarından Mekki zade Mustafa Asım Efendi büyük servet topladıktan sonra 1846 yılında ölünce, iç bedesten’de muhafaza ettiği kırk bin kese akçe, devlete intikal ederek bu para ile Ayasofya tamir ettirilmiş.

Buradaki tüccarlar şehrin en zengin esnafı olarak biliniyor. Tüm şehrin hatta ülkenin can damarı Kapalıçarşı, ekonomiye yön veriyor. Yeni dönemde bankaların açılmaya başlamasıyla bedestenler saklama hizmetini kanunen bitiriyorlar. Yine de günümüzde tanıdığı olan birçok kişinin hem birikimleri ile ticaret yapsın hem de malı emniyette olsun diye halen bu alışkanlığını sürdürdüğünü biliyoruz.

Bugün Kapalıçarşı labirentlerden oluşan küçük bir şehir gibi. 60 kadar sokağı, 4000’e yakın dükkânı ile sadece İstanbul’u değil, Dünyayı besleyen yaşayan bir organizma sanki. İçinde 5 cami, 1 okul, 7 çeşme, 10 kuyu, 1 akarsu, 1 sebil, 1 şadırvan, 18 kapı, 40 han olduğu beyan ediliyor.

Şimdi karmaşık görünse de ilk yapıldığı yıllarda oldukça simetrik ve dükkânların genişliği aynı olacak şekilde inşa edilmiş. Her sokakta ayrı ürünün ustaları loncalar halinde bulunurmuş (yemeniciler, yorgancılar…) O zamanlar ürünlere devletin belirlediğinden yüksek fiyat konulamamakta ve sıkı bir otokontrol mekanizması işlemekteymiş. Satıcılar arasında öne çıkmak diyebileceğimiz bu günkü kapitalizmin doğası olan hatta normal algılanan ‘rekabet’ öylesine yasak ki... O zamanlar bir ustanın, tezgâhını dükkânın önüne çıkarıp, kalabalığa göstererek ürün işlemesi bile mümkün değil.

Çarşı 17. yüzyılın sonunda çıkan bir yangında çok hasar görür ama zengin imparatorluk onu hızlıca yeniler. Kapalıçarşı ikinci büyük felaketini de 1854 depremiyle görür. Sonra da Kasım 1954’de büyük bir yangın geçirir. Dükkân sahiplerinin ciddi zarar görmelerine rağmen çarşı yine bir süre sonra eski ışıltılı günlerine kavuşacaktır.

Kefilsiz mal alıp satmak yok !

17. yüzyıl, çarşının en saltanatlı devri olup kutsal sayılan bir seremoni her sabah tekrarlanırdı. Namazdan sonra, İnciciler Kapısına tak! tak! vurulur ve tok bir ses kubbelerin üzerine dökülürdü: Buyrun duaya.  Bu daveti bekleyen esnaf ve diğer çarşı çalışanları Bölükbaşı önünde Dua Meydanı’nda toplanırlardı. Bölükbaşı ile beraber, Padişaha, asakir-i şahaneye, gelmiş geçmiş esnafa ve bölükbaşılara dua edildikten sonra duacı tellallara döner ve tembih ederdi: ‘Tevcihlik (iltimas), mal kapatmak yok! Kefilsiz mal alıp satmak yok!’ O zamanlar, bütün çarşı kollarında gün bu dua ile başlar ve bereketli olsun dilekleri ile devam edermiş. Duadan sonra çarşının altı kapısından; on altı koldan insanlar içeri girer ve alışverişe koyulurlarmış.

Uçan halılar, antikalar, kumaşlar...

Kapalıçarşı’nın ihtişamını, yüzyıllar boyunca mücevherleri, altını, halısı nadide eşyaları ve pahalı kumaşları oluşturmuş. Aslında bugünde aynı durum devam ediyor. Çarşı halen kuyumculuğun ve halı ticaretinin merkezi konumunda. Nadide antikaların ve dünyanın en güzel kumaşlarının buluşma mekânı işte bu kubbelerin altı. Belki de en güzeli; elektronik ve plastik egemenliği sayılan günümüz ticaret metalarının Kapalıçarşı’ya uğramaması ve bunun için özel çaba sarf edilmesi olsa gerek. Filmlerin doğal platosu olan çarşı, alyanslarını seçen çiftlerin mutluluğundan aldığı halının sihri ile sevdiği kıza ulaşan tutkulu âşıklara kadar birçok maceraya da konu olmuş.

Etrafını saran onlarca sokağın içindeki hanlarda ve Kapalıçarşı’nın güneş girmeyen odalarında imal edilen ziynet eşyaları buradan tüm Türkiye ye dağılıyor. Çantacı tabir edilen taşıyıcılar ile buradan diğer şehirlere doğru milyonlarca dolarlık bir ticaret akmakta. İmalathanelerin Türkiye’de üretilen altının %85’ini işlediğini söyleyebiliriz Bu da yaklaşık yıllık 500 tonun üzerinde. İmalathane tezgâhına gelen her 1 kilo altın, ortalama 30 gram fire veriyor. Gelen külçe altınlar, dört aşamadan geçerek, işleniyor. İlk olarak külçenin kaba hatları, eğelenerek şekillendiriliyor. Ardından, pürüzsüz bir yüzeyin sağlanabilmesi için zımparalanıyor. Zımpara aşamasını cilalama ve parlatma takip ediyor. Bu işlemler sırasında, toz parçacığına dönüşerek ana gövdeden ayrılan altın fireleri, çoğunlukla atölye ortamına saçılıyor. Tezgâha örtülen kâğıttan, ellerin yıkandığı suya kadar, atölye ortamında yer alan her şey altın parçacıklarının çöpe veya kanalizasyona karışmasına aracılık ediyor. Altın tozu çöpçülüğü, Kapalıçarşı ve çevresinde yer alan Çemberlitaş, Mahmutpaşa, Mercan, Tavukpazarı, İskender Boğazı, Tarakçılar ve Gedikpaşa’da, dört ayrı grup tarafından yapılıyor. Yıllardır çevredeki altın firesini paraya çeviren gruplar yalnızca altın çöpçülüğüyle değil, kutudan şişeye kadar tüm çöplerin işlenmesiyle de ilgileniyor. Kapalıçarşı’nın kanalizasyonundan çöplerine kadar her şeyine bulaşan altın, maalesef siyanürle ayrıştırıldığından Marmara denizi içinde ciddi bir tehlike oluşturmakta.

Tam, çeyrek, yumoş alınır !

Tahtakale denen meşhur ayaklı borsa aslında Nur’u Osmaniye kapısının hemen altında. Bu dar çıkmaz sokakta insanlar birbirine bağırıyor; cep telefonlarından, telsizlerden sürekli ve hararetli bir görüşme trafiği yaşanıyor. Bazı el kol hareketleri ve kendilerine özel bir jargonla haberleşiyorlar. Bir zamanlar bu sokakta dolara tam, mark’a çeyrek, Euro’ya ise yumoş deniyordu. Tahtakale’deki döviz ticaretinin en ilginç yanı ise yüz binlerce dolarla ifade edilen alışverişte ne çek ne de başka bir sözleşmeye gerek duyulmuyor. Döviz takasını ellerindeki telefonlar vasıtasıyla yapan dealer’lar sadece ‘hayırlı olsun’ deyip not alıyorlar. ‘Söz senettir’ diyen esnaf, güven üzerine kurulan bu sistemi yıllardır sürdürüyor.

Kapalıçarşı'da gizli şifre

Kapalıçarşı hem mimarisi hem de geleneksel itibarı ile İstanbul’un en keyifli mekânlarından biri. İlginç sokaklarında bazen yön bulma yarışmaları, fotoğraf eğitimleri hatta temalı geziler bile yapılıyor. Kahve bahane, Şark kahvesinde oturup mavi nurlu fincanla dünyayı seyreylemek için bile değer. Sadece burayı görmek için bile deniz aşırı seyahat edenler var. Dünya modasına yöne veren terziler, devlet başkanları ve sanatçıların tek tercihi burası. Buraya özgü ama sosyal değerlere göre ironik sır, Beyazıt Kapısı’nın üzerinde II. Abdülhamid tuğrasının altındaki bir şifrede gizli: ‘El-kasibu Habibullah-Tanrı ticaret yapanı sever’...