11. İstanbul Bienali yine kentin kültürel hayatının çekim
noktasını oluşturdu bu sonbahar. Sonuçta herhangi bir sosyal buluşmada “Bienali
gezdin mi” sorusuna cevap verirken buna “hayır” demek, biraz “hor görülmeyi”
beraberinde getireceği için, bu etkinliği zor da olsa gezmeye çalıştı birçok
sanatsever.
Bundan 5 sene önce, küratörlük (tek seçici!) sistemini eleştirmek için bir
sergimizde AKM’ye 41 canlı koyun getirmiştim. Sanatçılara sorduğum soru şuydu:
Bunlar gibi, çobana muhtaç bir koyun mu olmak istersiniz, yoksa bağımsız bir
sanatçı mı?” Olay ciddi polemik yaratmıştı. Bu sefer ise, İstanbul Bienali’ni
Hırvatistanlı WHW üyesi dört kadın küratör düzenlemiş olduğu için bu “ekip işi”
sayesinde, tek başına kimse öne çıkmadan olay kotarılabildi. Konu başlığı “İnsan
Neyle Yaşar?” olan bu büyük buluşma, genellikle Balkanlar, Kafkasya ve (eski)
Doğu Avrupa’nın yaşadığı geçmiş veya taze travmalara yoğunlaşan bir sergi olmuş.
İstanbul’un “zamansızlık” krizlerinin ortasında, tek bir yere gitmek bile özveri
isterken, biri büyük (Antrepo) diğerleri küçük (Tütün Deposu ve Feriköy eski Rum
Okulu) üç mekâna yayılan bienali gezmek iyice zorlaşmış.
Zamanla yarışan mütevazı insanlar, 40 ülkeden gelen 70 sanatçının işlerini
hızla gezmek durumunda kalıyorlar. Çok az sayıda izleyici 15 ya da 30 dakikalık
videoları baştan sona izlemeye girişebildi. Asılı diğer “iş”lerin önünden de
genellikle yavaş yavaş yürüyerek geçiliyor. Bu arada gördükleri “sanat
eserleri”nden de, samimi olarak genelde çok etkilendiklerini sanmıyorum. Çünkü
dünyada artık “Bienal sanatı” diye adlandırılabilecek olgu, belirli “kod”lara
uymak durumunda olan, fazla sürpriz taşımayan, küratörlerin disiplin anlayışı
ile “terbiye edilmiş aslan misali steril bir sanat” görünümünde.
Bu kodlar çerçevesinde, büyütülen HER fotoğraf, videosu çekilen HER düz
konuşma ya da sokak, geniş bir projeksiyonla bir bienal duvarında belirdiği anda
çok havalı duruyor. Bunların önünden resmi geçit yapan halk ise, bu parçalanmış
hatta kristalize, hatta atomistik bilgi-estetik ve kavram sağanağından nasibini
alırken, anlayamadığı şeyler varsa -yanlış anladıkları hariç, genellikle çoğu-
üzerindeki medya bombardımanının etkisiyle suçu mütevazı bir şekilde kendi
üstlenip, “kendi çıplaklığımı ele vermeyeyim” diyerek, ziyaret turları
hasbelkader sona erebilirse, “beğendiğini” söyleyerek işin içinden
sıyrılabiliyor.
***
Peki, Türkiye’ye bienal ne getiriyor? Bienal genel olarak, Türk sanat ortamı
ile pek ilişkide değil ve bienale hep “dışarıdan” bakılıyor. Bienal, ünlü Türk
sanatçılarından uzak durduğu gibi, genç kuşağın “yerleşmeye başlamış” kesimini
bile “teğet” geçiyor! Ama şöyle yan faydaları var: Halk sanatla ilgileniyor ve o
günlerde sanat ortamında herkes galerisinde özel bir şeyler gösterip duruyor.
Bienalin ilk üç gününe yayılan partilerde, “önemli” ziyaretçilerle tanışmayı
becerenler, onları kendi ortamlarına hasbelkader çekip “Avrupa’ya bir şans
bileti” almış oluyorlar!
Üretilen politik eserler, (1987’de “siyaset ve sanat karıştırılır mı” diye
bienalde beni ayıplayanlar vardı!) yani neredeyse şimdilerde hepsi, “ulusalcı”
ve “Kemalist” olmamak kaydıyla sergilerde bulunabilirler. Hele Erkan Özgen’inki
gibi, “Ne Mutlu Türküm Diyene” deyişini aşağılıyorsa, özel vurguyu hak ederler.
Bienalde ana tema, Doğu Avrupa’nın içindeki Sovyet baskısını ruhtan atabilme
sendromlarına dönüşmüş. Bunun ötesinde mesela Doa Aly’nin “Harika Yürüyüşlü
Kız”ının o nefis melodiyle uyumunu ve oyuncunun zarif, seksi ve yumuşak
geçişlerini beğenirseniz, hemen kaçın, çünkü “out” olursunuz. Çünkü günümüz, her
anlama gelebilecek simgeler eşliğinde, beyin oyunlarıyla farklı okumalar
tetikleyip, sanata “benzeyen” düz bienal sanatı üretmek, estetik aramak
değil!
Sorun şu: Ortada, içeriksiz haber-övgü yazıları dışında, olayı kuşbakışı
siyasi, sosyal ve kültürel olarak sorgulayan “eleştirmen” yok. Biri hariç. O da
çeyrek asır önceden çıkıp geldi: Emin Çetin Girgin’in önemli ve özgür bienal
eleştirilerini okuyun. http://emincetingirgin.blogspot.com/
Son not: Feriköy Rum Okulu’nu gezerken, “çok çekici” bulduğum bir işe tam
“giriyordum” ki, kolumdan çekip durdurdular. Meğer orası, bekçi dairesinin
kapısıymış...