Bienal İzleyicisi Özgür müydü?



11. İstanbul Bienali, 8 Kasım'da sona eriyor; bienale ilişkin zihnimde kalan iki kuvvetli etki var: Birincisi sponsor Koç'un; ikincisi de Brecht'in adı. Birincisi, kültür endüstrisinde etken ve edilgen çatının yer değiştirmesine; ikincisi ise bağlamından koparılan bir efektle sanatın derinliğini yitirmesine, alenen yüzeyselleşmesine çok iyi bir örnek.
 
Bienal, temasını Alman yazar Bertolt Brecht'in bir şiirinden alıyor: "İnsan neyle yaşar?" Küratörler bu cümlenin fazlasıyla abartılı, "iddialı ve kibirli" yorumlanabileceğini belirterek, 'neden olmasın' diye soruyorlar. Neden olmasın? Brecht, tiyatroda yabancılaşmayı kurgularken, sanatın kendisinin bireyi sınırlamasına ve manipüle etmesine karşı çıkıyordu bir anlamda. Çünkü izleyiciyi öykünün ritmine, karakterlerin coşkusuna kaptırarak oyuna da tiyatroya da hayranlık uyandırmayı değil, görünenin ötesini sorgulatmayı, küçük ilüzyonu silip büyük resmi fark ettirmeyi amaçlıyordu. Çünkü sanat insanı özgürleştirmeliydi. Oysa kendini tanrılaştıran ve bireyi esrikliğe sürükleyip kendi varlığının yerine sanatın varlığını geçiren bir disiplinin, özgürleştiren, değiştiren ve dönüştüren bir etkisi olamazdı.

'İnsan neyle yaşar?' sorusu, küratörlerin de belirttiği gibi oldukça çarpıcı; ancak bienaldeki karşılığı ile değil. Sorunun kendisi, şarkının kendisi, şarkının Brecht'in Üç Kuruşluk Operası bağlamındaki yeri bakımından dikkat çekici. Ancak bienal gibi kapsamlı bir sanat etkinliğini, kıvrak bir üslupla kavramsal bir çerçeveye oturtmaya çabalamak ve bağlamından koparılmış bir soruya bienalle yanıt aramak çeşitli açılardan uygun değil.

Sansasyon, bakış açısını daraltıyor

Sanatçılara çağrıya çıkılırken seçilen yolun yeniden-üretme oluşuna itiraz edilemez; ancak yeniden-üretmedeki kestirme, yeni'yi üretmeyi ihmal ediyorsa, bienalin temasının seçilirken gerçekten kolaya kaçıldığını söylemek yanlış olmaz. Bir soruya verilen yanıtlar şeklinde sanat, sormayı ve sorgulamayı teşvik etmiyorsa performatif bir nitelik kazanması ve kolay tüketilen olması kaçınılmazdır. Ne yazık ki anlaşılmak için kendisinden başka pek çok unsura (yorumlanmaya, açıklanmaya) ihtiyaç duyan sanat, özgür değildir. Ve kendisi özgür olmayan sanatın özgürleştirmesi de olanaklı değildir. Böylesi bağlamından kopuk, yalnızca sansasyonel etki gücü yüksek olan bir soru üzerine kurulmuş olması, sanatçıları zoraki bir bağ kurmaya itmiş; izleyicileri ise eserleri bir soru manipülasyonuyla yorumlamak zorunda bırakmış. Yani bakış açılarını iki taraflı daraltmış.

Edebiyattan, sinemadan, politikadan, güncel yasamdan bin tane çarpıcı soruyu -hatta sloganı-, kendi bağlamından kopararak sanatçılara çağrıya çıkabiliriz. Konu bağlamında bir sınırlama, sanatçıya kendine ve disiplinine meydan okuma şansı tanıyarak, onu kendi sınırları içinde en iyiyi yapmaya ve daha yaratıcı olmaya da teşvik eder. Ancak İstanbul Bienali'nin yöntemi, sanatçıyı özgürleştirmiyor, aksine manipüle ediyor.

Küratörlerin kavramsal çerçeve başlıklı yazılarından öyle anlaşılıyor ki, sanat üretimine ve etkileşimine bir zemin hazırlamaktan çok, ardından gelecek tepkileri göz önünde bulundurularak seçilmiş bu tema. Yani derinliği kurgulanmadan, yüzeye çıkacak yorumlar üzerine kurgulanmış. Yine aynı şekilde gelecek tepkileri göz önünde bulundurarak bir ön savunma niteliği taşıyan kavramsal çerçeve başlıklı yazılarında küratörler şöyle diyor: "Ancak Uluslararası İstanbul Bienali gerçekten de büründüğü her hal ve taşıdığı her başlıkla yerel, ulusal ve uluslararası arasındaki dinamiklerin bilindik karmaşıklığının yükünü taşıyan son derece temsili bir sanat sunumu. Dolayısıyla pazarlamaya, siyasî, kuramsal ve sanatsal kullanım ve suistimallere yeterince açık ve şatafatlı bir başlık son derece uygun da olabilir."

'Brecht'in sorduğu soru bugün de aynı aciliyeti taşımıyor mu?' şeklinde devam ediyor savunu. Bu soru her zaman için bir önem taşıyacak ama aciliyet değil. Sanatla toplumsal değişim ilişkisi, bir süper kahraman, asrın barış buluşu şeklinde yorumlanamaz. Sanki üretilen sanat öyle bir ütopya yaratacak ki gerçekten bütün ekonomik ve politik sistemleri ezerek insanı öne çıkaracak? Zaten biçimi ve uygulama yöntemleriyle o sistemi olumlayarak, onunla uyum içinde kurgulanmış bir sanat eylemi nasıl bir kahraman çıkarabilir ki!