Sene 2005. İstanbul’a yeni taşınmışım. İş gereği Talimhane’deki otellerden
birinde kalıyorum. Beyoğlu Belediyesi İstiklal Caddesi’nin kaldırım taşlarını
yenilemeye başlamış. Bir taraftan da İstanbul’un Eylül sağanakları... Şehirden
indim köye misali, her yer ince çamur. Seke zıplaya her akşam İstiklal’deyiz.
Üstümüzü başımızı kirletmeden yemek yemeye çalışıyoruz. Otele her dönüşte
ayakkabılar banyoya, yıka babam yıka. Aylar geçti, İstiklal’in kaldırımları
bitti. Birkaç gün sonra ise yeniden sökülmeye başlandı. Neymiş, Belediye
beğenmemiş kullanılan taşları, yenisi yapılacakmış. Haydiii, bu sefer aylarca
yeni kaldırımlar sürdü. (Bu arada birkaç ayda metrobüs gibi bir sistemi
bitirebilen taşeronlar ne hikmetse İstiklal’i bir türlü bitiremiyor.)
O zamanlar İstanbul’u pek bilmiyorum. Ama İstiklal’de ne kadar çok turist
olduğunu gördükçe bu ülkenin turizm politikasızlığına tekrar tekrar lanet
ediyorum. Şu dünyada gelir dağılımının dengesizliğine uyduruk da olsa çare
sayılabilecek geri kalmış/gelişmekte olan ülkeler için çok önemli turizm geliri
hep de böyle politikasızlıklar yüzünden heba edilmez mi? Mısır’da da Tunus’ta da
aynı hikâye... Gidenler anlatıyor... Zengin batılılar için otantik cennet
sayılan İstanbul, tüm kaosuna rağmen hâlâ milyon turist çekiyor her yıl.
Atalarımızın yarattığı şansın üzerine daha ne kadar yatabileceğiz Allah
bilir.
Sene 2007. İstanbul’un en hareketli gece hayatı, tüm renkleriyle İstiklal...
Sohbet ederek mekâna doğru yol almaya çalışıyorsunuz ki, zaaaaaarrtttt çöp
kamyonu! Bıııg bıııg zabıta! Öööveeeööövvv, polis! Vuuuuuvvvvvv, sokak süpürme
kamyonu! Yaya yolunda envai çeşit motorlu taşıt! Sohbet ne mümkün, gürültü
kirliliğinden bir an önce kurtulmak için ya durup kamyonun geçmesini
bekliyorsunuz ya da koştur koştur mekânın yolunu tutuyorsunuz. Kafamızın
üzerinde geçen kepçeler de cabası... İstiklal’de habire bina yıkılıyor ve ne
hikmetse hafriyat, caddenin en boş olduğu sabah saatlerinde değil de en yoğun
olduğu gece saatlerinde toplanıyor! Bazen şüphe ediyorum, bunu da turistlere
otantik bir imaj çizmek için mi yapıyorlar diye. Dünyanın kaç ülkesinde gecenin
10’unda kafanızın üzerinden hafriyat dolu kepçe geçer ki? Çok heyecanlı! O
kepçenin önünde durup çılgınlar gibi flaş patlatan 20-30 kişilik Japon turist
grubu görmüşlüğüm bile vardır.
Bu arada dönem dönem Ramazan’da içki yasağı gibi söylentiler de çıkıyor.
Tövbe yarabbim estafurullah! Demem o ki, geçtiğimiz Cumartesi Caz Festivali’nden
bir etkinliğinin Tünel civarında yapılacağını duyuyoruz. Kampüs kültürünü
damardan bir kez almış biri olarak sokakta müzik duydu mu çılgına dönen ben
hemen tüm ahaliye haber salıp kendimi İstiklal’e attım. Ortalık ana baba günü
tabii. Üç-beş tane sahne kurulmuş. Bu arada İstiklal’in her zamanki
Kızılderilileri, türkücüleri, Sovyet göçebeleri de işbaşında. Aynı anda o kadar
çeşit müziğe maruz kalmak biraz yorucu olsa da tam bir müzik panayırı havası
var. Ben zevkten dört köşeyim tabii...
Diğer yandan İstiklal, hiç olmadığı kadar kozmopolit. Dünyanın dört bir
yanından insan var. Vakti zamanında Ağustos ayında bilimum festivallerin olduğu
dönemde Londra’ya âşık olmuştum. Ama 3 Temmuz 2010 Cumartesi günü İstiklal,
Londra’ya beş basardı. “Yarim İstanbul, gel öpeyim, gerdanından” demeden
edemedim.
Koyun sürüsü misali
Birkaç grup dinledikten sonra Hıdivyal Palas’ta gizlenmiş Mano Bistro’nun
eşsiz boğaz manzarasında yemeğimizi yiyip buz gibi biraları yudumladıktan sonra
tekrar sokağa indik. İnmez olaydık! Ortalık Hıdırellez şenliklerinin Eminönü
sokak arasında yapıldığı zamanki kadar kalabalık. Gel gör ki o şenliklerde
olduğu gibi göbek atarak yürüyemiyorsun. Ortalık entel, snob, ağır abi caz
dinleyicisi kaynıyor. Tam kalabalığa alışıyoruz derken arkadan: “Bııııııııg
bıg!!!!!”
“Allah” dedim “noluyo!” Zabıta arabası! Ne alaka yahu! Ne alaka! Hâlâ da
çözebilmiş değilim. Saat gecenin 10’u. O saatte, üstelik de o kalabalıkta
ortalığa biri tezgah kursa hiçbir şey satamadan her şeyi ezilir gider. Arabanın
geçmesi için o noktadaki herkes beş dakika hareketsiz durdu, birbirinin üstüne
çıktı. Gözümün önünde dedemin koyunları canlandı. Yayladaki ağıla sokmak için
hayvanları sağdan soldan hızlı hızlı ürkütürlerdi ki dağılmadan tek çıkış yolu
olan ağıl kapısına yönelsinler. Yüzümüzde öyle melül bi ifade! İlerleyen
saatlerde aynı sahne birkaç kez daha yaşandı.
Saat 10.30’da ana sahneye Soul Stuff çıktı. Sahne, Gloria Jeans’in yanındaki
sokağın hemen dibine kurulmuş. Biz de tam o sokağın önündeyiz. Etrafta yüzlerce
insan var, adım atacak yer yok. Soul Stuff üçüncü şarkısını çaldı: “Düüüt! düt!”
Hadi bakalım, bu sefer ne? Koca ambulans! Alarmı açık değil. İçerde hasta yok
diye düşündük. Sonra birileri “Hasta var” dedi. Doğru mu bilemiyorum ama hasta
olsaydı o kadar sakin davranmazdı herhalde. Ambulansın İstiklal’den ara sokağa
dönmesi beş dakika filan sürdü. Hepimiz ezildik tabii, yine koyun sürüleri
misali.
Diyeceğim o ki, Avrupa Kültür Başkenti muhabbetine Akdeniz ülkesi olduğumuzu
sonunda hatırladık, sokakta müziğe kimse dokunmuyor diye sevinirken, bilemiyorum
özellikle mi yapılıyor ama Beyoğlu belediyesinin insan, yaya hakkı tanımaz tavrı
her tür eğlenceyi burnumuzdan getirmeye devam ediyor. Sıradan günlerde
belediyenin abididik gubidik taşıtlarının gürültü kirliliğine, her şeye olduğu
gibi alıştık diyelim... Bari şu festivallerde azıcık insan muamelesi görsek.
Hayır anlamadığım şu, madem insan muamelesi yapmayacaksın, ne demeye sokakta
eğlenceye izin veriyorsun? İnsanların tepkisizliğinden bahsetmiyorum bile. O
sıkışmalar sırasında yüzlerdeki melul ifadeyle araca bakışımızı unutamayacağım.
Bir “meee”lemediğimiz kaldı. En basit haklarımızı bile savunmaktan nasıl da
aciziz ya da belki yorgunuz ve sadece birazcık huzur istiyoruz. Ne zaman geldik
bu hale? Nasıl? Ve daha ne kadar devam edecek böyle?
Belki 12 Eylül’ü bağıra çağıra lanetleyen sokak müzisyenlerimiz ve onları
anlayıp seslerine ses katan dinleyicileri olduğunda? “Hey Başkan! Sokağa in ve
kalabalığa karış! Bize ne yaptığına bak!” diye haykıran müzisyenlerimizin sayısı
arttığında? Hepsi başka bahara.