Çingene; aşağılamaya yönelik bir anlam bizler için. Yanına getirilecek iyi
bir sıfat kolay bulunamıyor. Roman dediğinizde ortalıkta bir sorun var demektir,
belki yaşadıkları yerdeki insanlarla sorun yaşamaktadırlar ya da yaşadıkları
topraklar birden değerli hale gelmiştir ve evleri üç beş kuruşa ellerinden
alınmak istenmektedir. O zaman aramızdaki duyarlılar ayağa kalkar ve Romanların
haklarını savunurlar, çingene lafını hiç duymamış ya da kullanmamış gibi. Sanki
çingene olmak aşağılayıcı bir şeymiş gibi birden ‘Roman’lığa terfi ettirilirler
kısa süreliğine. Selendi’deki olaylar gösterdi ki bir arpa boyu yol gidilememiş,
bir süre sonra her şey eski haline dönecek. Çingenelerin hapçı ya da hırsız
olduğu yönündeki önyargıyı dile getirenler Selendi’de yaşanan olaylardan sonra
Türk milletinin yıllardan beri süregelen linç severliğinden de biraz bahsetse
hoş olmaz mıydı? Yaşananların Maraş ya da Çorum’dan ne farkı vardı?
Romanlar ülkenin dört bir yanına dağılmış halde yaşıyorlar. Son yıllarda
kimi linç girişimleriyle kimi kentsel dönüşüm projeleriyle dağıtılan Roman
mahallelerine rastladık. Sulukule bunun en canlı örneğiydi. Birçok Roman
yıllardır yaşadıkları evlerinin yıkılması sonrası soluğu çevrede kurdukları
baraka ve çadırlarda aldı. Küçükbakkalköy’deki bir başka Roman mahallesiyse
basında o kadar ses getirmedi. Gün geçtikçe etrafı hızla Ataşehir’deki
rezidanslarla sarılmaya başlayan mahalle için artık yolun sonu yakın. Kimisi iyi
bir kazanç elde ederek arsasını satmış, kimisi de çok cüzi rakamlara adeta
evinden zorla çıkarılmış. Yüksel Dum’un durumuysa biraz farklı. Kendisine ne
teklif veren olmuş ne de evini satın almak isteyen. 19 Temmuz 2006 sabahı
karşısında yıkım ekiplerini görmüş sadece. “Burası tapulu evim, niye
yıkıyorsunuz?” demiş, direnmiş ama iki katlı apartmanı zorla
yıkılmış.
“Karşı geldik diye zorla evin içine girdiler, biber gazı
sıkarak bizi dışarı attılar. Ellerimizi kelepçelediler. Sabah dokuzda karakola
girdik, akşam yediye kadar. Oradan da Kadıköy Mahkemesi’ne. O saatte bir hâkim
bir savcı uydurdular. Az daha bizi içeri atıyorlardı” diyerek anlatıyor o günü.
Hâkim “başkasının arazisi üzerine ev yapmışsınız” dediğinde neyseki tapusu
Yüksel Dum’un yanındaymış da serbest kalmış. Ancak başka bir yıkım sırasında
yaralanan bir memurun suçu da kendisinin ve çocuklarının üzerine atılmış Dum’un
dediğine göre ve dava açılmış.
“17 kişilik bir aileye bakıyorum, dokuz
çocuğum, üç gelinim ve torunlarım var” diyerek devam ediyor. Evleri yıkıldıktan
sonra geceyi dışarda geçirmişler. Ertesi gün döndüklerinde yıkıntıları
temizleyip başlarını sokacakları bir yer yapmaya girişmişler. Belediye engel
olmaya çalışmış. “Ancak mecbur yapacaktık, başka çaremiz yoktu. Kadıköy
Kaymakamlığı’na, İstanbul Valiliği’ne, Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda
bulundum.” Her defasında gelen cevap aynı olmuş; “soruşturma için yer yok.”
İlerleyen günlerde iş basına yansıyınca belediye Dum’un evinin kazayla yıkıldığı
açıklamasını yapmış. Ancak kimse gelip yaptığı hatanın maddi manevi kaybını
telafi etmeye girişmemiş. Parasını verseler yıllardır yaşadığı yerden s.... olup
gideceğini söyleyecek kadar yılmış. Teklif yapılmamasının sebebi Dum’a göre
arazisinin bulunduğu yere talip olan Kadıköy Kooperatifi içinde yer alan emekli
savcı ve hâkimler. Dolayısıyla Dum’a teklif yerine tehditlerle giden müteahhit
ve avukatları garip karşılamamak lazım.
Çocuklarımı okutamadım
Dum
başvurularından sonuç alamayınca derdini Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’na
taşımak istemiş. Ancak bu makamlar da konuyu tekrar Kadıköy Kaymakamlığı’na
iletmişler. Sonrasıysa bir bürokrasi komedisi. “Dediler ki, ‘şu birime git.’
Ordan başka birime, başka birime derken bizim iş yattı.” Kendisine verilen
cevap, arsanın Milli Emlak’a ait olduğuymuş. Tapusu babasından kalmış olmasına
karşın babasına ait tapu Milli Emlak’ta çıkmamış. Kadıköy Belediyesi’ne dönüp
veraset davası açmış. Orada bir görevli kendisine açık konuşmuş. “Abi,
hukukçular grubuyla Milli Emlak anlaştı, seni sattılar.”
“Türkiye’de bir
ayrımcılık var. Bunu kabul ediyorum ama Çingeneyim diye bu kadar zulüm görmem mi
lazım” diye soruyor Dum.
Kadıköy Belediyesi kendisine bir kâğıt yollamış
“gel tapunu al” diye. Gittiğinde metrekare başına 2 bin 150 TL fiyat biçildiğini
öğrenmiş. 500 metrekare arsasını ancak 1 milyon 211 bin 4 yüz TL öderse
alabileceğini de. “Bizler gündelik yaşayan insanlarız” diyerek barakasının yanı
başındaki çiçekçisini gösteriyor. Kendisinden bu kadar para istenirken geçen yıl
vergisini ödemeye gittiğinde arsası için çıkarılan değerse sadece 25 bin TL.
Başına gelenler yüzünden kendisinde de suç bulmuyor değil. Roman
toplumunun cehaletinin başlarına bu işlerin gelmesine sebep olduğunu söylüyor,
“Tahsilim yok, ilkokulu bile bitirememişim. Neyseki kendimi savunabilecek kadar
geliştirdim. Hiçbir çocuğumu da okutamadım.” Sebebi maddi imkânsızlıklar değil.
“Okula gittikleri zaman öğretmenler bile dışladılar, rencide edici hareketlerde
bulundular. Şimdi iki çocuk, üç de torun okula gidiyor.”
Çocuklar
okuldan geliyor, sıkıntılı hava biraz dağılıyor. Evin içine giriyoruz. Üç
bölümden oluşan barakada 17 kişinin bir sobayla ısınarak bir arada yaşadığına
inanmak hayli zor. Yüksel Dum “hâlâ ayaktayız, gider on yedi ekmek alırım, bir
de çorbamız varsa bizden neşeli insanlar yoktur” diyor. “Yıllardır halk
tarafından dışlanmış insanlarız. Romanlar ne yapar? Hırsızlık yapar, hap içer.
İnsanlar böyle düşünüyor. Bu gerçek. Siz bile çocuğunuz dışarı çıkmak
istediğinde ‘çıkma çingeneler kapar’ demiyor musunuz? Devletten tek isteğimiz
ayrımcılığı bitirmeleri. Bu ayrımcılık bize ağır geliyor ve nesillerimize
yansıyor. Şimdi çıkıp çarşıya gidelim. Bakalım polis hangimizi çeviriyor. Birine
‘beyefendi kimliğiniz’ diyorsa bana niye bağırıp çağırıyor? Kalabalığın içinde
beni rencide edersen bu insanlığa sığmaz.”
Dum’a arsasını alması için
verilen süre Şubat ayında doluyor. Arsa ihaleye çıkacak ve büyük ihtimalle
Dum’un bahsettiği hukukçular grubu tarafından satın alınacak. Derdini Bakan
Faruk Çelik’e anlatma şansı bulmuş, telefonları alınmış ama geri dönen olmamış.
Şimdi ne olacağını o da bilmiyor. “Bizi çıkarmak için geldiklerinde olabilecek
herhangi bir şeyin sorumluluğunu kim üstlenecek” diye soruyor.
Ellerde gülle gelip “geri dönün” demek yetmez
Hacer Fargo / Roman Çalıştayı Üyesi
- Selendi’de yaşanan olayların topluma yansıması nasıl
oldu?
- Selendi bir provokasyondu. Sonrasındaysa insanların içindeki önyargı açığa
çıktı. Olaya eğilip şiddet ve ayrımcılık konusunda bir çalışma yapmak gerekiyor.
Selendi’deki problem, olayı provoke edenlerin yargı önüne çıkmaması. Bu olay
Romanların vicdanına tabii ki yara verdi. Selendi’de mağdur olan arkadaşlardan
birinin anlattıkları tüyler ürpertici. Beş aylık bebeğiyle birlikte linç
edilmekten kurtulmak için dışarıda saklanmış. Bebeğin ayakları sabaha kadar buz
tutmuş. Bu olayın üzerine Türkiye’deki her anne kendini bu örneğin içinde
düşünsün lütfen. Selendi’deki insanların acil ihtiyaçları var. Prefabrik evler
acilen yapılmalı. Olay sırasında dili tutulan birçok çocuk var. Onlara da
psikolojik destek sağlanması gerekiyor. Sosyal faaliyetler, iş imkânı ve maddi
yardımlar için de çalışmalar yapılması lazım. Ellerde gülle gidip “hadi geri
dönün” demekle bu iş olmaz. CHP Milletvekili Ahmet Ersin geçen hafta Cumhuriyet
Gazetesi’ne verdiği demeçte “zaten oradakiler tefeci ya da mafya” demiş. Bu
sözler de bütün Romanları inciltti.
Çocuklar geceleri bağırarak uyanıyor
Erdoğan Şener / Akhisar Çağdaş Romanlar Derneği Başkanı
- Selendi’de yaşanan olayları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bildiğiniz gibi çok vahim olaylar. Romanlara karşı adaletsizlik ve
kanunsuzluk işlenmiştir. Yaşamlarını çadırlarda son derece zor şartlarda yaşayan
18 kişi halkın üstünde nasıl baskı kurabiliyormuş anlamıyorum. Bu olayda yer
alanlar Selendi’nin tarihini lekelemişlerdir. Olay medyaya yansıdıktan sonra
yapılan çağrılar suçluluk psikolojisi sonucu. Olay günü hoparlörden anonsla
halkı galeyana getiren belediye başkanı ertesi gün kucağında oyuncaklarla alay
edercesine çocukların karşısına çıkmış.
- Şu anda Salihli’ye yerleşen Romanlar geri dönüş konusuna nasıl
bakıyor?
Orada bir geçmişleri var, o yüzden ayrılmak istemiyorlar. Ancak orada artık
can güvenlikleri yok. Bundan sonraki sosyal ve ticari hayatın sağlıklı
olamayacağını düşünerek geri dönmek istemiyorlar. Olay gecesi bir aile evde
çocuklarıyla televizyon izliyor. Birden “Çingenelere ölüm” diye bağırarak gelen
kalabalığın sesini duyuyorlar. Aniden elektikler kesiliyor. Anne iki yavrusunu
kanepenin altına sokuyor. Olayların etkisiyle 11 yaşındaki çocuk havale
geçiriyor. Sonradan polisler havaya ateş ederek kurtarmaya gelmişler. Önce
göstericiler sanarak ses vermiyorlar. Sonradan baba emekleyerek camın önüne
gidiyor ve “biz buradayız” diye feryat ediyor. Polisler aileyi hastaneye
götürüyor. Ancak kalabalık tarafından hastaneye sokulmuyorlar. Vali geldikten
sonra baba kucağında havale geçiren yavrusuyla “ne olur yardım edin” diyor. Vali
de onları polis eskortuyla Salihli’ye gönderiyor. Şunu söylemek istiyorum,
çocuklar hâlâ geceleri bağırarak uyanıyor. Olayların etkisiyle travma yaşayan
yetişkinlerin sayısı da bir hayli fazla.