“İstanbul 2010’da Avrupa Kültür Başkenti olacak ama Avrupa kültürünün ne olduğunu; ‘ne’ye başkentlik yapacağımızı biliyor muyuz?”
Bu soru, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın Dış İlişkiler Birimi ile İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın, (İKSV) 13-15 Kasım’da düzenledikleri uluslararası buluşmanın nedeniydi. The Marmara Oteli’nde, Avrupa’dan çok sayıda kültür, sanat ve düşünce insanının katılımıyla gerçekleşen “Avrupa Kültürü Nedir?” başlıklı sempozyumu açan İKSV Başkanı Şakir Eczacıbaşı, konuşmasını “soru”larla yapmayı yeğlemişti;
“Avrupa kültürü İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa’ya egemen olmuş kültürlerin bir bileşimi midir? AB’ye sonradan katılan Balkan ülkeleri ile Batı Avrupa ülkeleri arasında çok yakın bir kültür ilişkisi bulunduğu söylenebilir mi? Ancak sanayide ileri gitmiş ülkelerin kültürleri mi Avrupa kültürü varsayılıyor? AB ilkeleri olan demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve serbest pazar ekonomisine uyum sağlamak ortak bir kültürün bulunduğunu göstermeye yeter mi?..”
İşte böylesi “merak”ları gidermek için düzenlenen buluşmanın en kısa gerekçesini de İKSV Danışma Kurulu “Kültür Girişimi” üyelerinden Doğan Hızlan söylüyordu; “AB’ye üye olduğumuzda nasıl bir kültürle birlikte yaşayacağımızı bilmek zorundayız. Bu nedenle özellikle Avrupalı dostlarımızın kültürel yaklaşımlarını kendilerinden dinlemek istedik...”
‘Ulusal kimlikler’...
İstanbul 2010 Yürütme Kurulu Başkanı Nuri Çolakoğlu’nun da “Avrupa kültürünü Avrupalılarla konuşmanın önemi”ne değinmesiyle başlayan oturumlarda, yabancı katılımcıların genel yaklaşımları “ortak bir Avrupa kültürünün kolay tanımlanamayacağı” yönünde oldu.
Her Avrupa ülkesinin aynı zamanda kendi “ulusal kimliklerini koruyarak” AB ailesinde yer almayı önemsediklerini belirten konuşmacılar, farklılıklardan ortak değerlere ulaşmak için “birlikte yaşama”nın yeni birikimlerine gereksinme olabileceğini belirttiler. Örneğin konuklardan Helsinki Üniversitesi Avrupa Tarihi Uzmanı Prof. Laura Kolbe, sabahları aynaya baktığında karşısında bir “Finlandiyalı”nın durduğunu, ancak “aklına gelirse” kendine “Avrupalı” da diyebileceğini belirterek şunları vurguladı; “Ulusal kimlikler, ulus devlet kavramıyla da birlikte Avrupa’nın temelidir. Kapitalizmin beşiği olan bu kıta, burjuvasını da yaratarak ulusal kültürleri geliştirdi. Bu, Doğu’nun feodalizminden çok farklı bir kültürel süreçtir...”
Avrupa Komisyonu’nda kültür, iletişim ve çok dillilikten sorumlu yöneticilik yapan Slovakya temsilcisi Vladimir Sucha da Avrupa’daki kültürel yakınlaşmalar için temel sorunun “eğitim” olduğunu belirtti. Sucha, tüm ülkelerde yeni bir ortak eğitim politikasının gereğini vurguladı.
Hollanda Eğitim, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın Mimarlık Dairesini yöneten Avrupa Mimari Planlama Forumu Başkanı Rob Docter ise şehircilik ve mimariyi yorumlarken, “kültürü ve sanatı değil, gücü simgeleyen yapılara karşı ortak bir direnç sergilenmesi” gerektiğini vurguladı. Londra ve bazı diğer başkentlerdeki “uygunsuz gökdelen”leri, üzerlerinde çarpı işaretiyle göstererek, küresel finans mimarisinin Avrupa’da da tartışma yarattığını belirtti.
Nitekim Avrupa Tarihi Kentler ve Bölgeler Birliği Genel Sekreteri Brian Smith de “kimlikli kent” konusundaki Avrupa hassasiyetinin önemine değindi ve buna aykırı gelişmelerin kültürel birlikteliği olumsuz etkilediğini söyledi.
AB’nin dönem başkanlığını yürüten Fransa’nın Kültür ve Medya Bakanlığı Kültür Politikaları Direktörlerinden Benoit Paumer’in konuşması ise ortak bir Avrupa kültürünün yaratılmasında “yerel kimlik”lerden kaynaklanan zorlukları içeriyordu. Avrupa Kültür Politikası kavramının henüz çok yeni olduğunu, ulusal kimliklerin korunduğu ve yaşatıldığı bir ortak Avrupa kültürünü inşa etmenin kolay olmayacağını, ancak AB’nin bunu hedeflemesinin birliğin geleceği açısından “yaşamsal” görüldüğünü anlatan Paumer, “kültürel çeşitlilik Avrupa’nın çimentosudur; buna önem verilmezse AB de olmaz” diyordu...
Bütün bu değerlendirmeler arasında, “Müslüman”lığın Avrupa kültürü açısından ne anlama geldiğine ağırlık veren tek yabancı konuşmacı Slovenya’dan Dr. Vesna Copic oldu. Lubliyana Üniversitesi’nde kültür yönetimi dersleri veren ve ülkesini AB komisyonlarında da temsil eden Copıc, Avrupa’da Müslümanlığa karşı “belirgin bir çekingenlik” olduğunu belirterek şunları söyledi; “Kültür aslında sanat değil, yaşama biçimidir. Kültürler arası diyalog da farklı yaşama biçimlerinin birlikteliği anlamında ele alındığında, bunun sorunsuz olacağını düşünmek doğru olmaz...”
‘Kökünüz Anadolu'da’...
Konuk konuşmacıların işte böylesi “itiraf”ları da içeren değerlendirmeleri arasında, Türk konuşmacıların en ilgi çeken sözleri ise “Avrupa kültürlerinin de Anadolu uygarlıklarından kök aldığı” yönündeki saptamaları oldu.
Şakir Eczacıbaşı diyordu ki; “Tarih boyunca Anadolu 200 dolayında kültürü, 50 kadar uygarlığı barındırmış. Bu zengin kültürel köken, Karadeniz, Trakya, Ege adaları yoluyla Yunanistan ve Güneydoğu Avrupa’ya taşınmıştır. Öte yandan, İsa’dan üç bin yıl önce Ege ve Akdeniz’i etkisi altına alan kültür de, Çanakkale’deki Troya kültüründen başkası değildir...”
Bu sözlere koşut olarak mimar Cengiz Bektaş da “modern” yaşamın yarattığı çevre düşmanı, insan sevgisinden yoksun ve sağlıksız gelişmelerin “Avrupa ürünü” olduğuna dikkat çekerek, Anadolu’daki binlerce yıllık uygarlık birikimlerinin bunlarla çeliştiğini; bu nedenle aynı Avrupa’nın, “kendi kökenine de saygısız” olduğunu anlattı.
Sonuç olarak, 30’u aşkın konuşmacı 3 gün süren oturumlarda ortak bir Avrupa Kültürü tanımlaması yapamadılar.