'İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti' etkinliklerinin
hayata geçirilme sürecinin başlamasına çok az süre kaldı. Yekta
Kara'nın yönetiminde hazırlanan görkemli bir açılışla başlayacak olan
bu etkinliklerle İstanbul'un tarihi, doğası, arkeolojisi, folkloru ve
entelektüel mirası ile temsil edilmesinin amaçlandığı biliniyor. Yılmaz
Kurt gibi, yakından tanıdığım çok değerli bir yöneticinin başında
bulunduğu 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın
koordinasyonunda yapılan çalışmaların fiilen 2011 yılının ortalarına kadar devam
edeceğini öğreniyoruz. Kısaca, bu etkinliklerin hayata geçirilmesi 2010 yılıyla
sınırlı kalmayacak.
Pek iyi de, bu etkinliklerin öznesi olan İstanbul kentinin durumu nedir?
Şehrin kendisi, Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazır mıdır? Daha da önemlisi,
İstanbul, bırakınız başkent olmayı, bir Avrupa kenti midir? Öyle ya, İstanbul,
bir Avrupa kenti olmalı ki, onun başkent olabilme ihtimali sözkonusu olabilsin!
Başka bir deyişle, önce İstanbul'un bir 'Avrupa kenti' olduğuna ilişkin
varsayımın kanıtlanması gerekiyor.
Bir kere 'Avrupa kenti' olmaktan neyi anlıyoruz;-
plazalarımızı mı, metromuzu mu, Modern Sanat Müze'mizi mi? Avrupalılık,
modernlik demekse eğer, bir kentin 'modern' oluşunun ölçütleri neler? 'Avrupa
Kenti' olmak, salt binalar, müzeler, modern ulaşım teknolojileri vb. mi demek?
Yoksa Dünyanın hiçbir metropolünde görülmeyen bir lakaydî ile kentin en büyük
meydanını, Taksim Meydanı'nı (hem de parkın önünde!) bir mahşerî otobüs
garajına, o durakların kalabalığına dönüştürmek mi? Şehrin en işlek caddesinin
döşemesini, kış ortasında, iki defa değiştirerek, gelip geçenleri çamurlara bata
çıka yürümek zorunda bırakmak mı? Sinyalizasyon sistemi mükemmel işlerken trafik
lambalarının önüne trafik polisleri dikmek mi?
Bakınız, mademki, bir Avrupa kentinden söz ediyoruz, hangi Avrupa kentinde,
kentin merkezindeki en büyük meydanında bir otobüs garajı vardır? Sanat tarihi
doktoru bir Büyükşehir Belediye başkanı (Sayın Topbaş'tan söz ediyorum elbet!),
Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul'un Taksim Meydanı'nın, herhangi bir
taşra kasabasının meydanından farksız bir köylülükle sunulmasından rahatsız
olmamakta mıdır? Belli ki, hayır!
Sadece Taksim Meydanı mı? Bu kentin yaya kaldırımları, park eden
otomobillerden dolayı, fiilen ortadan kalkmıştır. İngiltere'de sanayileşmenin
sloganı, ekip biçilen tarlaların yünlerinden yararlanılacak koyunlar için
mer'alara dönüştürülmesi üzerine işsiz kalan köylüleri kastederek söylenen
'koyunlar, insanları yedi' sloganı idi. İstanbul'da bugün, bu sloganı
değiştirerek söylersem, 'otomobiller, insanları yemekte'dir. Ve daha bir sürü
yabansı görünümler! Söyler misiniz, bu koşullarda, İstanbul'un neresi 'modern',
neresi 'Avrupalı'dır, Allah aşkına?
Bu kentin heykelleri nerede? Var olan heykellerin göz göre göre yok edilmesi,
acaba Sanat Tarihi doktoru olan 2010 Avrupa Kültür Başkenti Belediye Başkanını
tedirgin etmekte midir? Belli ki, hayır!
Bir kere daha ifade edeyim: 'Avrupa'nın Kültür Başkenti', İstanbul için son
derece iddialı bir yakıştırmadır. Yılmaz Kurt'un başında bulunduğu 2010
Ajansı'nın iyiniyetli ve özverili çalışmaları sonucunda kabul edilen projeler,
şehircilik açısından asla 'Avrupalı olmayan bir kenti, İstanbul'u, nasıl
bir Avrupa kentine dönüştürebiliriz', gibi biraz da ironik bir
gayretten ibaret görünüyor. İngilizce bir deyim vardır: 'Flogging the
dead horse!';- 'ölü atı kırbaçlamak!' İstanbul'u, bırakınız bir kültür
başkenti olmayı, modern ve Avrupalı bir kent (!) haline getirmenin, ölü atı
kırbaçlamaktan ne farkı var, söyler misiniz?