Atom Enerjisi Ekolojik Olabilir mi?

Küresel ısınmaya karşı mücadelede, sera gazı etkisi olmadığı için nükleer en ideal çözümmüş gibi sunuluyor. Endüstrileşmiş ülkeleri bir araya getiren G8'den Avrupa Birliği'ne, kimileri söylemlerinde nükleeri "yenilebilir" enerjiler sınıflandırmasına almaktan çekinmiyor. Enerji uzmanı Benjamin Dessus bu söyleşide konuyla ilgili fikirlerini bizimle paylaşmayı kabul etti.

Nükleer ekolojik bir enerji mi?

Bu söylem nükleer lobinin bize dayatmak istediği bir söylem. İki iddia var: Birincisi, nükleer "yenilenebilir" bir enerjidir, çünkü teorik olarak kullanılan yakıtın bir kısmını geri dönüştürmek yoluyla uranyum rezervleri 50 katına çıkarılabilir şeklinde.

İkincisi ise, nükleerin sera gazı etkisi yaratmadığı üzerine. Ancak bu iddialar nükleer kaza ve nükleer silahların yayılması gibi riskleri ve nükleer atık sorununu hasıraltı ediyor. Bu söylemin nükleer sanayi tarafından nükleerin dibe vurmaya başladığı bir dönemde, yani birkaç yıl önce ortaya atıldığına ve de hükümet tarafından, statükoyu korumanın ideal bir yöntem olduğu için, hemen sahiplenildiğine hepimiz tanık olduk! Ve ben çok yakında bazılarının Fransa'da, bize Brüksel'in dayattığı, 2020 yılına kadar enerji yelpazemizin yüzde 20'sini yenilenebilir enerjilerden karşılama hedefine nükleer sayesinde zaten ulaşmış durumdayız seklinde konuşmaya başlayacaklarını şimdiden duyar gibiyim!

Ayrıca sunu da hatırlatayım ki, nükleerin her derde deva olmadığı da unutulan gerçekler arasında. Nükleer normal şartlar altında yılda 8000 saatlik elektrik enerjisi üretmeye elverişlidir ama mevsimlik talep farklılıklarını karşılamak için uygun değildir. Bu yüzden, nükleer bazlı elektrik ile kömür bazlı elektriğin, normal şartlar altında maliyeti birbirine çok yakındır. Ancak, örneğin yılda 4000 saatlik bir üretim öngörülecek olursa nükleerin maliyeti 1,8 kat, kömürün maliyeti ise 1,4 katına çıkar. Nükleer, yerleşim konutlarının ısıtılması için -ki bunlar yılda 2500 ile 3000 saatlik elektrik harcar- çok pahalı bir enerji şeklidir.

Küresel ısınmaya karşı nükleer ideal bir çözüm müdür?

Pek de değil! Örneğin, şu anda 10,000 TWS (Terawattsaat) seviyesinde olan dünyadaki nükleer enerji kapasitesini 2030 yılına kadar dört kat artırdığımızı varsayalım. Bu durumda küresel karbondioksit salımında en fazla yüzde 9 seviyesinde bir tasarruf sağlayabiliriz. Öte yandan böyle bir senaryonun yan etkileri, yani nükleerin İran, Pakistan ve Cezayir de dahil, her yere yayılmasının sonuçları çok ağır olacaktır.

Ayrıca, şimdilik 70-80 yıl boyunca işletilebileceği tahmin edilen uranyum rezervleri sorunu da ortaya çıkacaktır. Yani 2080 yılında yakıt kaynağı ile ilgili sorunlar yaşanacak, bu yüzden de o güne değin plütonyum ile çalışan 4. nesil santrallere geçilmiş olması gerekecektir. Oysa ki plütonyumla çalışan nükleer santraller, hem kaza riski açısından, hem de nükleer silahların yayılması açısından çok daha fazla tehlike arz etmektedir.

2020 yılında Fransa'da nükleer enerjiden sağlanan elektrik enerjisi oranını şimdiki yüzde 80 seviyesinden yüzde 50'lik bir seviyeye indirmek mümkün müdür?

Bu, karbondioksit salımını artırmaksızın mümkün olabilir, ancak Brüksel'in enerji tasarrufuna ve yenilenebilir enerjilerin enerji üretimindeki payına ilişkin (bu payın elektrik için 2010 yılında yüzde 21 seviyesinde olması öngörülmektedir) tavsiyelerine uymak kaydıyla.

Bu durumda yenilenebilir enerjilerden elde edilen elektrikte 70 TW saat miktarında bir artışa gidilmesi gerekecektir: bu miktarın 30 TW saat civarında bir kısmı kentsel ve tarımsal atıklardan ve mini hidrolikten, 40 TW saat civarında bir kısmı ise rüzgar enerjisinden sağlanabilir. Bu hedefe ulaşmak için 2000 yılında kolları sıvayan Almanların şimdiden 45 TW saatten fazla bir yenilenebilir enerji üretimine imza attıkları göz önünde bulundurulduğunda, bunun hiç de imkansız olmadığı görülmektedir.

Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, küresel ısınmayla mücadelenin başlıca anahtarı enerji tasarrufudur. Bu alanda, var olan altyapıların oynadığı rol genelde göz ardı ediliyor. Bir örnek verelim: Barselona ve Atlanta şehirlerinin her biri 1 milyonluk bir nüfusa sahip. Ama ilki yoğun, ikincisi ise dağınık bir altyapıya sahip. Bu yüzden de Atlanta'da ulaşım alanında kullanılan enerji Barselona'dakine oranla 7 kat daha fazla! Sunu da belirtelim ki, otoyollar yapılıp, binalar tamamlandığında en az 150 yıl sürecek bir altyapıyla karşı karşıyayız demektir! Yöneticilerimiz, yerel yönetimler bu konunun farkında değiller! Bir örnek daha: Fransa'da, petrolün 1 kilogramına eşdeğer yakıtla hızlı tren 170 km'lik, şahıs arabaları ise 39 km'lik yol kat etmektedir...

Ya iş ve istihdam?

Nükleer enerji, Fransa'da 100,000 ila 150,000 civarında iş imkanı sağlamıştır. Uzmanlara, özellikle de ADEME'e (Enerji Tasarrufu ve Cevre Ajansi) göre, yenilenebilir enerjiler kilowattsaat başına daha çok iş imkanı yaratacaktır. Binalarda enerji tasarrufuna ilişkin sektörlerde iş imkanları daha da fazla. Örneğin yılda 500,000 yerleşim alanını hedef alan ciddi bir izolasyon programı, hem enerji tasarrufu, hem sosyal denge, hem de yeni is sahalarının yaratılması açısından çok etkin olabilir.

Ama nükleer santrallerini kapatma kararı alan Almanya'da sera gazı salımı artıyor...

Almanya nükleer enerjiden vazgeçiyor, yenilenebilir enerjilere yöneliyor ve gaz santralleri kuruyor. Kyoto Protokolü kapsamında belirlediği 2012 yılına kadar CO2 salımını yüzde 25 seviyesinde azaltma hedefine ulaşmakta zorlanması pek de şaşırtıcı değil! Ve tabiî ki bu durumda kurtuluş rüzgar enerjisi de olamaz! Almanya'nın kapsamlı bir enerji tasarrufu planına ihtiyacı var! Nükleer santraller Fransa'yı baştan sona donatmış durumda, ancak nükleer enerji, tüketilen toplam enerjinin sadece yüzde 17'sine karşılık geliyor. Nükleer bizi küresel ısınmadan kurtaracak demek akılcı değil! Tek çözüm enerji tasarruftur.

EPR'ye (Avrupa Basınçlı Su Reaktörü) ihtiyacımız var mı?

Nükleer parkın yenilenme gereği ve elektrik ihtiyacı - hatta gerçekleştirilebilecek enerji tasarrufu dikkate alınmaksızın- göz önünde bulundurulduğunda, bu yenileme işleminin, sanayicilerin ve hükümetin söylediği gibi 2020'de değil 2030'da yapılması gerektiği net olarak ortaya çıkmaktadır.

Yani bu konuda söylendiği kadar acil bir durum yok. Ayrica EPR'nin, bir önceki nesil santrallerle ayni tasarıma sahip olduğunu, yani benzer riskleri beraberinde getireceğini de biliyoruz. Atom Enerjisi Kurumu'nun (CEA) mühendisleri bize "devrimci" 4. nesil reaktör fikrini satmaya çalışıyorlar -ki bu reaktörlerin de 2040'tan önce hizmete girmesi beklenmiyor. Sunu da belirteyim ki, CEA mühendisleriyle sohbet ettiğinizde, 4. neslin 2000 yılına kadar devrede olan Superphénix'e [Malville'de 1985'te hizmete giren hızlı üretken reaktör] benzediğini görürsünüz.

Bu yeni nesil reaktörleri geliştirmek için neden 40 yıl beklenmesi gerekiyor? Akılcıl çözüm ancak, Finlandiya'da yapım çalışmalarına başlanan EPR'nin yapımının tamamlanmasını beklemek ve de sonrasında gerekiyorsa Fransa'da EPR'ye geçiş yapmak olabilirdi. Böylece anlamsız bir maceraya boşu boşuna atılınmamış olurdu. Benim korkum, Amerika'da nükleere geri dönüş politikalarının 4. nesil üzerinden oluşturulması. Durum böyle olursa da, hem Fransa'da hem yurtdışında yine demode olmuş reaktörlere dönüş yapılması.(AS/ST/EÜ)

* Alexandra Schwartzbrod'un Benjamin Dessus'yle yaptığı ve 14 Mayıs'ta Liberation gazetesinde yayınlanan söyleşiyi Sezin Topçu www.ekolojistler.org için Türkçeleştirdi.