Avrupa Sosyal Forumu’nun altıncısı
İstanbul’da düzenlendi ancak ne yazık ki bundan pek kimsenin
haberi olmadı. Organizasyonun hazırlık sürecindeki sıkıntılar aynen işleyişe de
yansıdı ve başta çeviri olmak üzere birçok teknik ve pratik konuda işler el
yordamıyla yürüdü. Resmi programın, etkinlikten 48 saat önce açıklanmış olması,
yeterli basın tanıtımının ve afişleme çalışmasının yapılamaması neticesinde,
Avrupalı hareketlerin biraraya gelerek sesini yükselttiği bu önemli
organizasyon, tam anlamıyla hayalkırıklığı yarattı.
Küçük olsun, benim olsun
2008’de Malmö’de düzenlendikten sonra yaklaşık iki yıllık
bir hazırlık süreci olan ASF-İstanbul’un bu kadar sönük
geçmesinin temel nedeni, hazırlık toplantılarında Türkiyeli aktivistlerin birçok
konuda uzlaşamaması gibi görünüyor. Türkiye solu, ASF-2010’u gündemlerine
almadıkları için, hazırlık süreci düşe kalka ve oldukça yavaş ilerledi. Sosyal
Forum, tam da hareketlerin biraraya gelerek işbirliğine gitmesini simgelerken
Türkiye deneyimi bunun tersini gösterdi. Görünen o ki Türk solunun “küçük olsun,
benim olsun” menşeili işbirliğine gidememe sorunu, yeni bir mevzi daha kazandı.
Forum, farklılıkların birlikte işleyebileceğini gösterme umudu taşırken,
ASF-İstanbul bu sürecin böyle gitmeyeceğinin net bir kanıtı oldu.
Hazırlık aşamasına dahil olmamakla birlikte sorunlardan haberdar olsam da,
toplumsal hareketler çalışan genç bir akademisyen adayı olarak, büyük bir umutla
Maçka Kampüsü’ne gittim. İlk günün sabahına tam bir kargaşa ve katılımcıların
sabırlı bekleyişleri hakimdi. Temel sorun, neredeyse hiç çevirmenin olmaması
(daha önceki forumlarda rol alan Babels çevirmen ağı, bu etkinliğe destek
vermedi) ve iki farklı kampüse dağılan toplantıların salonlarını simgeleyen
harflerin hangi kampüste ve binada olduğunun bilinmemesiydi. Ayrıca İstanbul’u
bilmeyenler için iki kampüs arası güzergahın nasıl olduğu da ancak sora sora
öğrenildi. Kampüsler ve binalar arası bağlantıyı gösteren ufak yol haritaları ya
da oklar koymayı akıl edemeyen organizasyon, çeviri konusunda da salonlara
“kendi kaderini tayin hakkı” tanıdı. Bütün etkinlikler doğal olarak geç başladı
ve büyük çoğunluğunda, salondaki konuşmacıların veya izleyicilerin yardımı ile
ardıl çeviri yapıldı. Böylece bir dayanışma ruhu mu geliştirildi yoksa klasik
liberal bir “self-help” mantığı mı, tartışılır...
İkinci gün, biraz daha derli toplu ve “birlikte öğrenerek” ilerledi ancak
çevirmenler için salonlara konan kabinlerin büyük kısmı hâlâ boştu. Aynı gün,
bir tür radyo vericisiyle sağlanan çeviri için her salonun tahtasına radyo
frekansları yazıldı ve tabii ki bu radyo cihazları parayla satıldı. Böylece
çevirmenlere para vermek yerine, radyo cihazlarına kaynak ayrıldı. Bu cihazların
da tam randımanlı çalışmaması, konukların frekansları bulmakta zorlanması ve
aletin yarattığı cızırtılar, salonları şenlendirdi!
Aslında çeviri, bütün Sosyal Forumlar için önemli bir sorun olarak
görülebilir. Ama forumun mantığı diller kadar deneyimlerin de çevrilmesi olduğu
için, ortak alanların mümkün olduğunca çok olması gerekir. Bu organizasyonda,
iki kampüs arasındaki Maçka Parkı’nda sıralanan standlar dışında hiçbir ortak
alan kurulmamıştı. Zaten, Temmuz sıcağında iki kampüse de uzak sayılabilecek ve
yüzlerce merdiven basamağı ile inilip çıkılan bu alanın etkili kullanıldığını
söylemek de güç.
Maddi sıkıntılar
Bu teknik-taktik sıkıntılar dışında içeriğin nispeten doyurucu olduğu
söylenebilir. 200’den fazla oturumda, 13 farklı eksene dağılmış şekilde,
ekonomik krizin nedenleri ve sonuçları, tırpanlanan sosyal haklar, eğitimdeki
özelleştirmeler, güvencesiz çalışma koşulları, toplumsal mücadelelerin durumu ve
seyri tartışıldı, deneyimler aktarıldı. Tanıtımın az olmasına bağlı olarak,
özellikle ilk iki gün oturumları çok az kişi takip etti. 8-10 kişinin katıldığı
seminerler, çoğunlukla çay sohbetleri şeklinde geçti. Cumartesi yani üçüncü gün,
kalabalık biraz daha arttı. Türkiye’den ünlü simaların, sendika başkanlarının,
milletvekillerinin olduğu oturumlarda salonlar doldu. Aynı gün öğleden sonra,
Sosyal Forum yürüyüşüne, iyi tahminle 2500 kişi katıldı ve seminerler bitti.
Pazar günü, final oturumu yapıldı. Ancak genel olarak Avrupalıların kendi
arasında, Türkiyelilerin de kendi aralarında konuştuğu ve etkileşimin tam olarak
kurulamadığı söylenebilir. Görüşebildiğim Avrupalı katılımcıların birçoğu,
mekanların bölünmüşlüğünden ve katılımın azlığından dert yandı. Özellikle yerel
halkın bu kadar az katılımının olduğu ilk Forum olduğunu da birçok kişi
belirtti. Tabii ki onlar da yerel sıkıntıların ve organizasyonun yaşadığı maddi
problemin bunda etkili olduğunun farkındaydı.
Forum’un sorumluluğunu üstlenen sendika, kurum ve partilerin, ortaya yeterli
bir bütçe çıkaramaması yaşananların ardındaki asıl sorun olarak görünüyor. Bunun
nedeni, yukarıda belirttiğim gibi, ASF’nin Türkiyeli solcuların gündeminde
olmamasıydı. ASF’nin mali kaynakları meselesi, daha önceki forumların da
hararetli konularından biriydi. Diğer forumlarda da belediyeden ya da kimi
kuruluşlardan maddi destek alınması eleştirilmişti. Anlaşılan İstanbul’daki
organizasyon, bu eleştirileri bitirmek için tamamen kendi kaynaklarını
kullanmaya karar vermiş. Ancak basın bildirisine göre yaklaşık 90 bileşenin yer
aldığı hazırlık sürecinde, kurumların yeterli kaynak ayırmadığı ya da daha net
bir ifadeyle bu işe para vermediği görülüyor. Gönüllü çalışanların üzerine binen
tüm koşturmaca, onların da sayılarının eksikliği nedeniyle ne yazık ki acemi bir
görünüm aldı. Amatörlükle acemilik arasındaki ince çizgi, ikincisinin lehine ve
etkinliğin -dolayısıyla hepimizin- aleyhine bir hal aldı. Bu sürece emek veren,
zaman ve para harcayan, sonunda oldukça yorulan önemli bir kesim olduğunu
biliyorum. Eleştirilerim, onların emeğine haksızlık olarak görülmesin. Ancak
önemli bir planlama ve program eksikliğinin olduğu da net bir şekilde görüldü.
Sosyal Forum’un ortaya çıkışı ve mantığı, kurumsallığın dikeyliğine karşı
yatayların sesini, gücünü birleştirmesi ve hareketlerin ortaklığını
güçlendirmesi mantığına dayanıyordu. Ancak görünen o ki, Türkiye forumu, yine
dikey bir şekilde örgütlenmiş, belirli parti ve sendikaların tekelinde kalmış.
Bu belki de Türkiye solunun yapısı ile doğrudan ilgili. Atina Forumu da kısmen
bu şekildeydi. Süreci domine eden kurumlar olmuştu. Demek ki yerel sol
muhalefetin ve ulusal meselelerin niteliği, forumların kaderini doğrudan
etkiliyor. Sosyal Forum’un Türkiyeli organizatörleri, onu devrimci bir süreç
olarak görmek istemişler. Ancak Sosyal Forum, bu değil.
Forumun en baştan beri, politik bir aktör olma hevesi var. Ancak söz konusu
aktörlük, forumun mantığına ters bir dikeyliğe yol açma tehlikesini de
barındırıyor. Bu tehlike, İstanbul’da net bir şekilde görüldü. Sonuç olarak,
Türkiye’deki toplumsal hareketlerin bölünmüşlüğünü ve birlikte iş yapma
kapasitelerinin güçsüzlüğünü simgelemesi açısından, ASF-2010 bugüne kadarkilerin
en kötüsü olarak kayıtlara geçti.