Emperyalizmin ne olup ne olmadığını en iyi bilmesi gereken toplumlardan biriyiz. Emperyalizmi, uygulama alanında en iyi tanılayan Mustafa Kemal Atatürk olmuştur.
Emperyalizmin en ileri aşaması da “küreselleşmedir”. “Küreselleşme” sözüyle anlatılan olgu, gerçekte imparatorluklarla, tek tanrılı dinlerle başlamıştır. Çağımızda ise kimi parlak tanımlarla bir ambalaj olarak adı konmuştur.
Ülkemizde en belirgin uygulama 1980’le başlamıştır kimilerine göre... Aslında Türkiye’yi yönetenlerin sömürgenlerle ittifakı, onların “yaşama alanı / lebenssaum” tanımının içinde yer alma istekleri 1950’lerle başlar.
Bir yandan borçlandırarak, bir yandan çağdaş kültür üretme yollarını kirletip saptırarak, kafalar karıştırıldı önce... Sözüm ona çağdaşlık adına yeni kavramlarla avladıkları “liboşların” işbirliğiyle; toplum usunu yanılttılar. Sömürü siyasalarını değişen dünyanın gereği gibi gösterdiler. Kendilerine aykırı düşüncelerde olanlara “dinozor” dediler; onları toplum dışına itmeye çalıştılar.
İstenen neyin, nelerin “küreselleşme”siydi? Emeğin değerinin mi, yaşama düzeyi ölçütlerinin mi, güzelliklerin, iyiliklerin mi? Yoksa anamalın sömürüsünün mü? Şuncağız açıklamayla bile ülkemizin dışa karşı durumunda, Kurtuluş Savaşı öncesindeki anamalcılarla ilişkilerde bir değişiklik olmadığı anlaşılıyor sanırım.
Bundan dört yıl önce, 1 Mart 2002 günü, İstanbul’da, İTÜ’ de, İstanbul Büyükkent Mimarlar Odası’nın düzenlediği “Teknik Kongre” yapıldı. Başlığı “Küreselleşme, Kriz, Mimarlık ve Mimarlık Hizmet Standartlarının Yükseltilmesi” idi. Konuşmacılardan biri bendim. Orada sayın Birgül Ayman Güler, Avrupa Birliği ile ülke olarak ilişkilerimizi açıklıkla ortaya koydu (Bu kongrenin tutanakları, adı geçen şubece, 2003’te “Arşivimiz için” dizisinde yayınlandı).
Sayın Güler, orada, katılımlı yönetim de diyebileceğimiz “yönetişim” kavramını ele alıp, az gelişmiş ülkeler için yönetişimin ilkelerini şöyle aktarıyordu:
1. Devlet saydam olmalıdır.
2. Devlet kamu hizmetlerini etkin vermelidir; hesaplı, hesap verebilir bir devlet yapısı kurulmalıdır.
3. İnsan haklarına saygılı bir devlet düzeneği yapılandırılmalıdır.
4. Hukuk sistemi, yargı sistemi güvenilir bir biçimde hızlı ve adil işlemelidir.
5. Ülkeler, asgari harcamalarını sınırlandırmalıdırlar.
6. Devlet, desantralize olmalıdır.
Ekliyor sayın Güler: Desantralize, yetki devriyle, yani üst makamdan alt makama, merkezden taşra örgütüne, yerel yönetime yetki devredilerek, mümkünse federal nitelikte örgütlenmeyle merkezi yapıların tasviye edildiği bir devlet örgütlenmesi... Son nokta olarak da, merkezi, taşra, yerel yönetim düzeyindeki tüm yetkilerin özel sektöre devri...
Kulağa nerdeyse hoş gelen ilkeler değil mi? “Demokratikleşmenin yolu” diye görülebilir, gösterilebilir bu ilkeler... “Liboşlar” öyle görmüyorlar mı? Ama bu ilkelerin uygulamada vardığı, varacağı sonuçlara bakınca uyanıyorsunuz.
Örneğin “saydam devlet” yanında tecimsel (ticari ) sır dediniz mi akan sular duruyor. “Bilançolar açıklansın, belli bir sektörde hangi şirketin ne payı olduğu kimseye söylenmesin!”e dönüşüyor saydamlık...