13 Ekim 1923; bir devrimci romantizmden çok 3,5 yıllık
milli mücadele merkezinin fiilen kabulü bir zaruretti. İstanbul’un yeni rejimi
kuranlar tarafından henüz güvenilir bir başkent olarak görülemeyeceği açıktır.
Diğer bir tarihi başkent Konya ise Ankara hükümetinin istemediği ayaklanmaları
henüz atlatmıştır. Kayseri ya da Sivas’a gidilemezdi çünkü demiryolu yoktu.
Eskişehir’i ise İstiklal Savaşı komutanlarının stratejik bakımdan savunulabilir
bulmadığı açıktı. Ankara’da kalmak işte bu sebeple zaruretti.
Bazı araştırmacıların, yönetici zümrenin arsa spekülasyonuna başladığı
iddialarının bu tarih için erken kaçacağı ve bu sebeple geçerli olmadığı
açıktır. Ankara, Ankaralılar ürkse dahi başkent oldu. Havasının ve suyunun uygun
olmadığı da açıktı. Çünkü tarih boyu Roma Galatyası’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın
bu önemli eyalet merkezi aslında 16’ncı asırda parlak bir kumaş üretim ve
ticaret merkezi vasfına da sahip olsa da, hiçbir zaman parlak bir nüfusa sahip
olmamıştı.
Şehir bir ticaret ve sanayi bölgesi haline gelmedi
Önemli dini hareketlerin merkeziydi, kozmopolit bir nüfusu vardı, yabancı
tüccar kolonileri yaşardı ve 19. yüzyılda yabancı okullar dahi vardı. Şehrin
Ermeni nüfusu Katolikti. Yaşamlarında önemli tüketim kalıpları bütünü görülürdü,
seyahatnamelerden anlaşılıyor.
Ankara yeni cumhuriyetin sığındığı bir müstahkem mevkii oldu. Şehir yeniliği
benimsemese de benimser gibi görünüyordu. Bozkırın ortasında yakın doğu ve
Balkanların en önemli felsefe fakültesi (Dil ve Tarih-Coğrafya) ile ziraat
enstitüsü kuruldu. İstanbul’dan rejimin teminatı sayılan iki okul Mülkiye ve
Harbiye nakledildi. Hukuk inkılabına kaynak teşkil edeceği düşünülen Hukuk
Mektebi 1925’te Adliye Vekaletinin üç odasında kuruldu. Bugünkü İller
Bankası’nın arkasında yer alan bu binanın karşısında 15 yıl sonra opera binası
alelacele teşekkül edecektir.
Doğrusunu söylemek lazım gelirse; ne hukuk mektebi Alman hocalar gelmeden
istenen düzeye çıkabildi, ne de opera Carl Ebert’in rejisi ve Pretorius gibi
koro şeflerinin himmeti olmadan bir düzeye gelebildi.
Ama hiç küçümsemeyin; 1940 ve 50’lerin Ankara’sı İstanbul’da olmayan
tiyatroyu, operayı ve 1960’dan sonra baleyi tattı. Bugün 50 yıldır o düzeyi bile
yaşatamıyor. Bu süre içerisinde Ankara bir sanayi ve ticaret şehri haline
dönüşemedi. Sadece tıp, hastane ve üniversite eğitimi alanında mesafe kat etti.
Şehir plansızlık ve tatsız yapılaşma örneğine dönüştü. Şimdi de canlı bir
merkezi olmadan alabildiğine banliyöleşen bir Ankara var.
Galiba cumhuriyetin ilk yıllarında başvurulan kültürel destek politikalarına
dönmek gerekiyor. Tiyatro ve konser salonları, milli müze, kütüphaneler
kaçınılmaz olarak kurulmalıdır. Kültürel faaliyetlerin desteklenmesi gerekiyor.
Bütün bunlar olursa şehir dirilmeye başlayabilir, aksi takdirde 2000’li yıllar
gençliğinin, 1960’lar gençliğinin şans ve imkanına sahip olmayacağı ortadır.
Başkent oluşunun 86’ncı yıldönümünde bu karamsar muhasebeyi cesaretle gözden
geçirip gerekli tedbirleri almak durumundayız.