“Anılar Kuşlar Gibidir / Dal İster Konacak”



“Yaşananlar yazılmalı” diyor Doğan Hasol “Anılar Kuşlar Gibidir”in önsözünde. Ve bir bir konduruyor yaşadıklarını kitabın dallarına. Oktay Ekinci’nin dediği gibi; ‘Anılar bir kuş gibi uçup giden "yaşanmışlıklar"sa, yazılar da kondukları dallar değil midir?’ zaten....

Hasol, kendi deyimiyle geçtiğimiz 60 yılı kadraja alıyor ve deklanşöre basıyor.... Çocukluğundan itibaren yaptığı gözlemleri, savaşı, ekonomik sıkıntıları, tek partili yaşamdan çok partili sisteme geçişi, Demokrat Parti dönemini, darbeleri ve yurtdışı izlenimlerini kâh büyük bir duygusallıkla kâh esprili bir dille anlatıyor kitabında. İnsana dair izlenimlerini yaşanmış öykülerle yoğuruyor, yaşamdan kesitler sunuyor.

Doğan Hasol ile “Anılar Kuşlar Gibidir”i konuştuk:

“Anılar Kuşlar Gibidir” geçtiğimiz günlerde Remzi Kitabevi’nden çıktı...

Aslında kitabı yazmaya çok önce karar vermiştim. Hatta yazmaya başladığımda Mina Urgan’ın kitabı bile çıkmış değildi. Fakat araya başka uğraşlar girdiği için kitap biraz kenarda kaldı ve zaman geçti. Zaman geçtikçe de kitaba yeni konular eklemek gerekti ve işte bugünlere kadar sarktı kitabın çıkışı. Ama sanıyorum kötü olmadı.

“Anılar Kuşlar Gibidir” Oktay Rıfat’ın bir şiirinden alıntı. Kitabın ismine nasıl karar verdiniz?

“Anılar kuşlar gibidir / Dal ister konacak”...

Kitapta, Oktay Rıfat’ın bu çok sevdiğim dizelerine, künye bölümünden hemen sonra yer vermek istiyordum. Fakat, yayıncı kuruluşla birlikte kitaba isim seçmeye çalışırken bulduğumuz isimlerin hiçbirini beğenmeyince kitabın adının “Anılar Kuşlar Gibidir” olmasına karar verdik.

Kitabın türü “anı-yorum” olarak geçse de kitap, tam olarak bir anı kitabı değil?
Evet, kitap tam bir anı kitabı değil. Çünkü kitapta anlatılanlar benim anılarımdan çok olayların gözlenmesi ve anlatımı şeklinde.

Anılarda genellikle insanlar kendi yaşamlarına odaklanır. Oysa ben kitapta kendi yaşamımı anlatmıyorum. Özellikle bireysel ve toplumsal boyutuyla insanı anlatmaya çalışıyorum.

Kitap bir gözlemler bütünü. Bunca gözlemi bir araya getirmek kolay olmasa gerek. Siz kitabı yazarken nasıl bir yöntem izlediniz?
İnsan yaşadıklarını kolay kolay unutmuyor doğal olarak, ama arşivci yanımın bu kitabın oluşmasına katkısı oldu diyebilirim. Gazetelerden ilgilendiğim şeyleri keser, bunları zamanı geldiğinde kullanmak üzere saklarım.

Bu yöntemi çok çeşitli dallarda çalışan ve son derece üretken biri olan rahmetli Celal Esat Arseven’den öğrenmiştim. Yıllar önce kendisini ziyaret ettiğimizde, kitaplığının sarı zarflarla dolu olduğunu görmüştük. Bize zarfları işaret ederek, “Bu zarflar konulara göre ayrılmıştır. O konuda bulduklarımı kesip zarfların içine atarım. Zarflar dolduğu zaman artık o konu yazılmaya hazır hale gelmiştir” demişti. Celal Esat Arseven’in yöntemi kulağımda küpe olarak kaldı.

Peki, bu kitabı yazmaya neden gerek duydunuz?
İnsanların yazması, yaşanan ilginç olayları, deneyimleri aktarması gerekiyor.

Gelen tepkilerden memnun musunuz?
Kitap ciddi bir ilgiyle karşılandı. Okuyanlar sanırım memnun kaldılar. Geçtiğimiz günlerde önce Hasan Pulur’un ve Oktay Ekinci’nin gazetedeki sütunlarını kitaba ayırmaları benim için sürpriz oldu. Kitap ilgi gördükçe ben de mutlu oluyorum.

Kitap çok sade, çok anlaşılır bir dille yazılmış.
Benim dilim çok sadedir. Herkes çok kolay yazdığımı düşünse de ben yazarken çok uğraşıyorum. Kolay okunan yazıyı yazmak hiç de kolay değildir. Ben bir yazıyı yazdıktan sonra onu dinlenmeye bırakırım; daha sonra yeniden üzerinden giderim. Yazı, kırmızı kalemle defalarca düzeltilerek kırmızıdan açık pembeye dönüştüğünde artık olgunlaşmış, kolay okunur hale gelmiş demektir. Çok uğraştığım için yanlış yorumlara da neden olmuyor. Ben ne söylemek istiyorsam söylüyorum ve en kısa yoldan söylüyorum.

Kitapta mesleki gözlemlerinize çok yer vermemişsiniz. Onları ayrıca başka bir kitapta toplamayı düşünüyor musunuz?
Evet, bir sonraki kitap mimarlıkla ilgili gözlemlerden oluşacak. Anılar Kuşlar Gibidir’de yer alabilecek mimarlıkla ilgili bölümleri de bir sonraki kitap için çıkardım. Mesleki gözlemlerimi ayrıca anlatmak ve yorumu yine okuyucuya bırakmak istiyorum. Bunları altı yedi ay içinde toparlayabileceğimi sanıyorum. Yine de zaman ne gösterir bilemem, çünkü mimarlık sözlüğünü yazmaya başladığımda da altı yedi ayda bitireceğimi umuyordum, 7 yıl sürdü.

Metrosuz metropol; İstanbul

Kitapta Demokrat Parti dönemini anlatırken, Demokrat Parti politikalarının İstanbul’a verdiği zararlardan da bahsetmişsiniz. Aslında hala kentsel anlamda bu yanlış uygulamaların cezasını çekiyoruz değil mi?
Demokrat Parti iktidar olduktan sonra önce, “İnönü” adını her yerden kaldırdı. İnönü Stadı’nın adı Mithat Paşa Stadı oldu. Yıllar sonra yeniden İnönü Stadı’na dönüştü. Fakat İnönü Gezisi’nin yeniden İnönü Gezisi’ne dönüşecek hali kalmadı. Çünkü önce, bugün tehdit altında olan Hilton Oteli, sonra Vakıflar Oteli (eski Sheraton, bugünkü Intercontinental), orduevi ve tiyatro binası yapıldı. Sheraton’un karşısında yeşil alan diyebileceğimiz “Tenis Eskrim ve Dağcılık Kulübü”nün yerine Hyatt Oteli yapıldı. Bütün bunlar Taksim’den başlayıp Vali Konağı Caddesi’ne ulaşan İnönü Gezisi’ni yok etti.

Hiç ders almıyoruz sanırım. Bugün de aynı hatalı politikalar devam ediyor...
Şimdi de Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda ve etrafında bir şeyler yapılmak isteniyor. Radyoevi, Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve AKM yıkılmak isteniyor. Bunlar şehir yaşamını doğrudan etkileyen politik temelli kararlar.

Aynı şekilde “7 tepeli kente 7 tünel” diye bir girişim var, tüneller kazılmaya başlandı. Ama bunlar yalnızca özel araçlar için yapılan tüneller. Şehrin altı üstüne getiriliyor ama, ulaşım sorununu özel araçlarla, taksilerle çözmenin olanağı yok. İstanbul “metro”su olmayan bir metropol. Öncelikli çözüm toplu taşımacılık ve raylı sistem.

Politik kararlar, kentsel gelişimi çok fazla etkiliyor. Menderes dönemini okuyorsunuz, sanki bugünü görüyorsunuz. 50 yıl sonra hala aynı şeyleri tartışır olmak çağdaş Türkiye’ye yakışmıyor.

“6-7 Eylül Olayları ile İstanbul rengini yitirdi”

6-7 Eylül olaylarına da yer vermişsiniz kitapta?
Özellikle İstanbul’un çehresinin değişmesinde 6-7 Eylül olaylarının çok büyük bir etkisi vardır. Politik görüşlerle yaratılan birtakım toplumsal olayların kentten götürdüklerinin en güzel örneğidir 6-7 Eylül olayları. Eskiden çeşitli kökenden insanlar bir arada dostça yaşayabiliyorlardı. Kilise, cami, sinagog yanyana idi. İnsanlar birbirlerinin bayramını kutlar, dinsel törelerine saygı gösterirdi. Kişiler her şeyden önce bir grubun değil, bu dünyanın insanı olduklarının farkındaydılar.

Tarlabaşı’nda azınlıkların evlerini bırakıp gitmelerinden sonra bir vakum oluştu. Bir yerde vakum oluşursa oraya doğru bir hücum olur; bir şeyler gelir, boşalan yeri doldurur. Öyle de oldu, Tarlabaşı kaba kuvvet kullanan gruplarca işgal edildi. Böylece Beyoğlu’nun karakteri değişti. Tarlabaşı bugün bile düzeltilemiyor. Çünkü bir sürü mülkiyet sorunu var. Birileri Tarlabaşı’nda korunması gereken binaları, yıkarak yerini otopark haline getiriyorlar.

6-7 Eylül olaylarıyla birlikte hoşgörümüzü yitirdik biz. Azınlıklar İstanbul’un rengiydi, rengimizi kaybettik. Bugün geldiğimiz nokta ise gerçekten iç karartıcı.

Çok sert olmamakla birlikte aslında genel politikalara da atıfta bulunuyorsunuz. Türkiye’de Rus salatasına Amerikan salatası denildiğinden bahsediyorsunuz örneğin.

Evet, çok çabuk karar değiştiriyoruz biz. Amerikalılarla dost olup Ruslara küsünce Rus salatasının adını Amerikan salatası yapıyoruz. Dünyanın her yerinde Rus salatası Rus salatasıdır. Yine kitapta anlattığım gibi Beyoğlu’ndaki Rus Çorap Pazarı’nın adı da Us Çorap Pazarı olarak değiştirilmişti.

Bunların altında birtakım korkular da yatıyor tabii. Komünizm bir dönem çok büyük bir tehlike olarak görülüyordu.

O dönemde “YEM’de bir komünist var” diye laflar çıkmış değil mi?
O zamanlar YEM binasının konferans salonunu tiyatrolara kiralıyorduk ve tiyatrolar salonda gösteri yapıyorlardı. Hangi oyunu oynayacakları onların bileceği işti ve biz karışamazdık. O oyunlardan hoşlanmayan bazı kişilerin böyle düşünceleri oldu. Hatta bana sordular “Sizde bir komünist varmış. Kim o?” diye. Ben de “Benimdir herhalde” dedim. “Estağfurullah” dediler... (Gülüyor)

“Ülke insanları bölünmüş durumda”

Genel politikaların kentsel politikaları belirlediğini söylediniz. Türkiye’deki genel politika alışkanlıklarını nasıl buluyorsunuz?
Toplumumuzun garip saplantıları var. Bugün bile türban konusunu tartışıyoruz. Ülke ikiye bölünmüş durumda. Birbirlerini suçlamaya çalışıyorlar. Politikacılara düşen öncelikli görev havayı yumuşatmak olmalıdır. Yani Türkiye’yi yönetenler, önce bu ülkede yaşayan insanların huzur içinde, birbirini severek kardeşçe yaşamasını sağlamak zorundalar. Onlar ülkeyi kamplara ayırmaya kalkarlarsa bunun sonu gelmez. Bu vaktiyle de yapıldı. Menderes’in sonunu hazırlayan olaylardan biri de ülkeyi kamplara bölmesi oldu. Kendilerine “Vatan Cephesi” dediler. Bir taraf Vatan Cephesi olursa öteki taraf “Vatana Karşı Cephe” oluyor… Bunlar yanlış adımlar.

Bugün Türkiye’nin karşısında pek çok dış tehdit var. Bizi yönetenler bu tehditlerin farkındalar mı bilmiyorum. Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Güneydoğu sorunu var... Bütün bu sorunlar varken biz, üniversitelere türban girsin mi girmesin mi diye tartışıyoruz. Gerçek sorunların gözlerden kaçırılması için mi böyle yapay gündem yaratılıyor acaba diye düşünmekten alamıyor insan kendini. Bence bu olaylarda dış güçlerin çok büyük payı var. Türkiye’nin bir sorunu olduğunda hemen başka bir sorun daha yaratılıyor, gündem değiştiriliyor.