Dünyaca ünlü müzayede evlerinin Türkiye’deki sanata
ilgisinin nedenlerini araştırmaya çalıştığımız yazı dizisinin üçüncü günü
sanatçılar, küratörler ve galericilerle devam ediyor. Dünkü bölümde
Vasıf Kortun, “Sorun müzayede şirketlerinde değil, o sadece bu
ortamın sıradan bir tezahürü” diyordu. Beral Madra piyasa
manipülasyonlarının sanatı olumsuz etkilediğine, Ali Artun ise
sanatın finansallaştığına dikkat çekiyordu. Bugün yine birbirinden farklı
görüşleri okuyacaksınız; yarın ise bu dizinin bir bakıma öznesi durumunda olan
Sotheby’s’in sorularımıza verdiği cevapları bulacaksınız.
‘Sanatın ticari yanına mesafeliyim’
Halil Altındere (Sanatçı)
Sotheby’s gibi uluslararası müzayede şirketlerinin Türkiye’ye gelmesi, daha
çok ticari sanat marketini ilgilendiren bir durum. Dolayısıyla sanatın ticari
yanı beni çok ilgilendirmiyor. Sanat ve paranın yan yana geldiği yerde mesafeli
olmaya gayret ediyorum. Sistem içerisinde bu türden ticari müzayede evlerinin,
çokuluslu şirketler gibi, gelişmekte olan, sanatsal hareketlenmenin yaşandığı
ülkelere gitmeleri kaçınılmaz. Sadece bu müzayede evlerinin yapıta değer biçme
kriterlerini doğru bulmuyorum, bunlar yanıltıcı, sanat ortamını maniple
edebiliyor. Bu kurumlar işin dekoratif yanını daha değerli buluyor gibi geliyor
bana. Ayrıca bu türden müzayedelerde yapıtları satılmayan veya satılamayan çok
önemli sanatçılar var. Dolayısıyla bir yapıtın çok paraya satılması o sanatçının
çok iyi olduğu anlamına gelmiyor. Bir “değer” probleminin olduğu ortada. Ticari
sanat marketi ile gündemi yaratan ve yönlendiren yaratıcı güncel sanat
marketinin değer kriterleri paralel işlemiyor.
‘Kendi dinamiğini yaratmış bir ortam’
Ali Akay (Sosyolog, Küratör)
Bu tip bir girişimin olacağını 1991’de yayımlanan “Tekil Düşünce” kitabımda
daha o zaman yazmıştım. İstanbul artık üçüncü dünya’nın parçası olmaktan çoktan
çıkmaya başlamış ve bir “megalopolleşme” sürecinde yerini almıştı. 1995’te
yaptığım sergi zaten “Küreselleşme” başlığını taşımaktaydı. Bu bakımdan,
Sotheby’s’in bir stratejisi varsa eğer, bunu üçüncü dünya üzerine değil, kendi
dinamiğini uzun zamandan beri yaratmış ve bu anlamda da rüştünü ispatlamış olan
bir ortamda gerçekleştirmektedir. Var olan hacim görülerek yerleşilmeye
başlanmıştır. Oya Delahay’ın dediği gibi, bu sadece bir başlangıç ve gerisi
gelecek. Bu durum Batılı dünyanın bir kısmı tarafından önceden algılanmaya
başlamıştı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren. Ama iç piyasada bu uzun zaman
fark edilemedi. Bu müzayedeler, yavaş yavaş piyasada bu sanatın oturmaya
başlamasını sağlayacaktır. Diğer taraftan değerini almaya başlayacak daha başka
eserler ve sanatçılar halihazırda kuvvetli bir şekilde mevcutlar. Satışların şu
anki durumunun çağdaş sanatlara olan ilginin artması bakımından önemli olduğunu
düşünüyorum.
‘Kendi kendimize tek kale’
Levent Çalıkoğlu (İstanbul Modern Şef Küratörü)
Global sanat ekonomisi egzotik ve oryantalist olanı çok seviyor. Bu ana zevk
ve ilgi alanının içerisine geç modernist ve politik çağdaş işler bazen
sıkışıyor, bazen de kendiliğinden sızıveriyor. Sotheby’s’in yaptığı seçki aşağı
yukarı bu minvalde. Müzayede öncesi yaşanan gelişmeleri özetlemeye gerek yok
sanırım. Çünkü asıl ilginç olan şey, müzayedenin sonucu. “Türk’ün Türk’ten başka
dostu yoktur” sözünü doğrularcasına bir sonuç çıktı ortaya. Yapıtların yatırım
değerlerini korumaya yönelik milliyetçi bir yaklaşımla satışa çıkan yapıtların
yüzde 90’ını Türk koleksiyoner veya galericiler aldı. Bu, uluslararası olmak
isteyen sanatçı ve sanat pazarının alev alması için belki de iyi bir şey. Global
alıcıyı kapana çekmenin belki de kurnazca bir yolu bu. Yalnız devam etmesi
durumunda uluslararası piyasada kendi kendimize tek kale maç oynamaya
dönüşebilir bu hareket. Bu noktada aracı müzayede kuruluşunun vurguladığı iyi
niyetli ekonomik girişimin sahiciliği önem kazanıyor. Hoş, müzayede öncesi
yaşanan diyaloglar egzotik ve oryantalist söylemin açık işaretleri ile dolu idi.
O noktada başlayan güvensizlik uzun vadede nasıl devam edecek, bekleyip görmek
gerek. Gerçekleştirilen satışta alıcılarının Türkler olduğunu herkes biliyor,
dolayısıyla müzayedenin buradaki piyasada ciddi bir geri dönüş yaratacağını
düşünmüyorum.
‘Pazar olanaklarının cazibesi’
Haldun Dostoğlu (Galeri Nev)
Uluslararası müzayede kuruluşlarının kendi pazar alanlarını genişletmek için
bir süredir bilinen merkezler dışına bakmaya, oralarda örgütlenmeye
başladıklarını biliyoruz. Gittikleri ülkelerdeki sanat üretiminin kalitesinden
ziyade pazarlama olanaklarının cazibesine kapıldıklarını sanıyorum. Ülkemizde bu
girişimlerin iç pazarı etkileyeceğini düşünmüyorum. Hiç kimsenin kayıtsız
kalamayacağı sanat üretimimizdeki yükselen kalite, yıllardır sürdürülen emek ve
çabalarla küresel sanat ortamına eklemlenmeye başlamıştır. Bu çabaların içinde
yerli veya yabancı müzayede kuruluşlarının payının olmadığını düşünüyorum.
‘Küresel ortamla yüzleşme’
Hüsamettin Koçan (Sanatçı)
Uluslararası müzayede şirketleri açısından Türkiye potansiyeli çok büyük
araştırmalara dayalı bilgilerle donatılmış değil. Bu müzayede şirketleri Türkiye
alıcısını uluslararası ortama çekerek orada etkilemeye, dolayısıyla da bu etkiyi
uluslararası pazarın aktörü haline getirmeye çalışıyor. Özet olarak, bir yanı
ile iç pazarı tanımaya çalışıyorlar, öteki yanıyla da bu pazarı uluslararası
ortamla yüzleştirmeye yöneliyorlar. Bu bir strateji, buna bakarak bu pazara
sürülen yapıtların doğruluğu ya da yanlışlığını bu aşamada tartışmak gereksiz.
Bu seçimlerin gerekçesi, satın alan aktörün tutumu netleştikçe deşifre
olacaktır. Türkiye’de sanatın uluslararası coğrafya ölçeğine yayılabilmesi için;
müzecilik, galericilik, fuarcılık, yayıncılık ve eleştiri dünyamızın
uluslararası ilişkilere geçmiş olması gerekir. Bu bağlamdaki ilişkiler içten
dışa olduğu gibi, dıştan içe doğru da olabilir. Kuşku yok ki Türk sanatına
yönelim sanat ortamımızın küresel sanat ortamına eklemlenmesi için bir adım
sayılabilir.