Alıcıların yüzde 90’ı Türkiye’den



Dünyaca ünlü müzayede evlerinin Türkiye’deki sanata ilgisinin nedenlerini araştırmaya çalıştığımız yazı dizisinin üçüncü günü sanatçılar, küratörler ve galericilerle devam ediyor. Dünkü bölümde Vasıf Kortun, “Sorun müzayede şirketlerinde değil, o sadece bu ortamın sıradan bir tezahürü” diyordu. Beral Madra piyasa manipülasyonlarının sanatı olumsuz etkilediğine, Ali Artun ise sanatın finansallaştığına dikkat çekiyordu. Bugün yine birbirinden farklı görüşleri okuyacaksınız; yarın ise bu dizinin bir bakıma öznesi durumunda olan Sotheby’s’in sorularımıza verdiği cevapları bulacaksınız.

‘Sanatın ticari yanına mesafeliyim’

Halil Altındere (Sanatçı)

Sotheby’s gibi uluslararası müzayede şirketlerinin Türkiye’ye gelmesi, daha çok ticari sanat marketini ilgilendiren bir durum. Dolayısıyla sanatın ticari yanı beni çok ilgilendirmiyor. Sanat ve paranın yan yana geldiği yerde mesafeli olmaya gayret ediyorum. Sistem içerisinde bu türden ticari müzayede evlerinin, çokuluslu şirketler gibi, gelişmekte olan, sanatsal hareketlenmenin yaşandığı ülkelere gitmeleri kaçınılmaz. Sadece bu müzayede evlerinin yapıta değer biçme kriterlerini doğru bulmuyorum, bunlar yanıltıcı, sanat ortamını maniple edebiliyor. Bu kurumlar işin dekoratif yanını daha değerli buluyor gibi geliyor bana. Ayrıca bu türden müzayedelerde yapıtları satılmayan veya satılamayan çok önemli sanatçılar var. Dolayısıyla bir yapıtın çok paraya satılması o sanatçının çok iyi olduğu anlamına gelmiyor. Bir “değer” probleminin olduğu ortada. Ticari sanat marketi ile gündemi yaratan ve yönlendiren yaratıcı güncel sanat marketinin değer kriterleri paralel işlemiyor.

‘Kendi dinamiğini yaratmış bir ortam’

Ali Akay (Sosyolog, Küratör)

Bu tip bir girişimin olacağını 1991’de yayımlanan “Tekil Düşünce” kitabımda daha o zaman yazmıştım. İstanbul artık üçüncü dünya’nın parçası olmaktan çoktan çıkmaya başlamış ve bir “megalopolleşme” sürecinde yerini almıştı. 1995’te yaptığım sergi zaten “Küreselleşme” başlığını taşımaktaydı. Bu bakımdan, Sotheby’s’in bir stratejisi varsa eğer, bunu üçüncü dünya üzerine değil, kendi dinamiğini uzun zamandan beri yaratmış ve bu anlamda da rüştünü ispatlamış olan bir ortamda gerçekleştirmektedir. Var olan hacim görülerek yerleşilmeye başlanmıştır. Oya Delahay’ın dediği gibi, bu sadece bir başlangıç ve gerisi gelecek. Bu durum Batılı dünyanın bir kısmı tarafından önceden algılanmaya başlamıştı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren. Ama iç piyasada bu uzun zaman fark edilemedi. Bu müzayedeler, yavaş yavaş  piyasada bu sanatın oturmaya başlamasını sağlayacaktır. Diğer taraftan değerini almaya başlayacak daha başka eserler ve sanatçılar halihazırda kuvvetli bir şekilde mevcutlar. Satışların şu anki durumunun çağdaş sanatlara olan ilginin artması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.

‘Kendi kendimize tek kale’

Levent Çalıkoğlu (İstanbul Modern Şef Küratörü)

Global sanat ekonomisi egzotik ve oryantalist olanı çok seviyor. Bu ana zevk ve ilgi alanının içerisine geç modernist ve politik çağdaş işler bazen sıkışıyor, bazen de kendiliğinden sızıveriyor. Sotheby’s’in yaptığı seçki aşağı yukarı bu minvalde. Müzayede öncesi yaşanan gelişmeleri özetlemeye gerek yok sanırım. Çünkü asıl ilginç olan şey, müzayedenin sonucu. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözünü doğrularcasına bir sonuç çıktı ortaya. Yapıtların yatırım değerlerini korumaya yönelik milliyetçi bir yaklaşımla satışa çıkan yapıtların yüzde 90’ını Türk koleksiyoner veya galericiler aldı. Bu, uluslararası olmak isteyen sanatçı ve sanat pazarının alev alması için belki de iyi bir şey. Global alıcıyı kapana çekmenin belki de kurnazca bir yolu bu. Yalnız devam etmesi durumunda uluslararası piyasada kendi kendimize tek kale maç oynamaya dönüşebilir bu hareket. Bu noktada aracı müzayede kuruluşunun vurguladığı iyi niyetli ekonomik girişimin sahiciliği önem kazanıyor. Hoş, müzayede öncesi yaşanan diyaloglar egzotik ve oryantalist söylemin açık işaretleri ile dolu idi. O noktada başlayan güvensizlik uzun vadede nasıl devam edecek, bekleyip görmek gerek. Gerçekleştirilen satışta alıcılarının Türkler olduğunu herkes biliyor, dolayısıyla müzayedenin buradaki piyasada ciddi bir geri dönüş yaratacağını düşünmüyorum.

‘Pazar olanaklarının cazibesi’

Haldun Dostoğlu (Galeri Nev)

Uluslararası müzayede kuruluşlarının kendi pazar alanlarını genişletmek için bir süredir bilinen merkezler dışına bakmaya, oralarda örgütlenmeye başladıklarını biliyoruz. Gittikleri ülkelerdeki sanat üretiminin kalitesinden ziyade pazarlama olanaklarının cazibesine kapıldıklarını sanıyorum. Ülkemizde bu girişimlerin iç pazarı etkileyeceğini düşünmüyorum. Hiç kimsenin kayıtsız kalamayacağı sanat üretimimizdeki yükselen kalite, yıllardır sürdürülen emek ve çabalarla küresel sanat ortamına eklemlenmeye başlamıştır. Bu çabaların içinde yerli veya yabancı müzayede kuruluşlarının payının olmadığını düşünüyorum.

‘Küresel ortamla yüzleşme’

Hüsamettin Koçan (Sanatçı)

Uluslararası müzayede şirketleri açısından Türkiye potansiyeli çok büyük araştırmalara dayalı bilgilerle donatılmış değil. Bu müzayede şirketleri Türkiye alıcısını uluslararası ortama çekerek orada etkilemeye, dolayısıyla da bu etkiyi uluslararası pazarın aktörü haline getirmeye çalışıyor. Özet olarak, bir yanı ile iç pazarı tanımaya çalışıyorlar, öteki yanıyla da bu pazarı uluslararası ortamla yüzleştirmeye yöneliyorlar. Bu bir strateji, buna bakarak bu pazara sürülen yapıtların doğruluğu ya da yanlışlığını bu aşamada tartışmak gereksiz. Bu seçimlerin gerekçesi, satın alan aktörün tutumu netleştikçe deşifre olacaktır. Türkiye’de sanatın uluslararası coğrafya ölçeğine yayılabilmesi için; müzecilik, galericilik, fuarcılık, yayıncılık ve eleştiri dünyamızın uluslararası ilişkilere geçmiş olması gerekir. Bu bağlamdaki ilişkiler içten dışa olduğu gibi, dıştan içe doğru da olabilir. Kuşku yok ki Türk sanatına yönelim sanat ortamımızın küresel sanat ortamına eklemlenmesi için bir adım sayılabilir.