Aktivist Akademisyenler



Edward Said, Filistinli çocuklarla İsrailli askerlere taş atarken görüntülendiğinde, önce akademik çevre tarafından topa tutuldu. Bir akademisyen sokakta olamazdı, hele de bir “taraf” asla! Aslında o kadar uzağa da gitmeye gerek yok, 2006'da Muğla Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Dilek Hattatoğlu, Kenan Evren’in üniversitesine gelmesini protesto ettiği için uyarı cezası aldı. Geçen yılsa, Yıldız Teknik Üniversitesi sözleşmeli öğretim üyesi Özgür Sevgi Göral, bir televizyon programında Kürt sorunu üzerine konuşunca kadrosundan oldu. Onları destekleyen öğretim üyeleri de bu baskıdan nasibini aldı, zaten öyle azdılar ki... Şimdi, Bilgi Üniversitesi’ndeki sendika çalışmaları akademi ve aktivizm arasındaki bağlantıyı yeniden tartışmaya açtı. Biz de akademi ve aktivizm arasındaki ilişkiyi, inadına “taraf”, inadına sokakta, inadına toplumla olmayı seçen öğretim üyeleriyle konuştuk.

Besime Şen / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Yrd. Doç. Dr.

Üniversiteler hâlâ askeri rejimin kurduğu YÖK’le yönetiliyor. Öğrenciliğimde YÖK karşıtı bir öğrenci muhalefetliği vardı. Bugün YÖK unutuldu. Üniversiteler meslek okulları düzeyinde bir anlayışa hapsoldu. Öyle olunca da performans derlemeyi, iş verimliliği arttırmayı konuşur oluyoruz. Bilgiyse, teknik malzemeye indirgendi. Özellikle sosyal bilimlerin toplumla bağ kurabilme kaygısı ve duyarlılığıyla yakından uzaktan alakası yok. YÖK yasasıyla üniversitelere biçilen rol Türk-İslam sentezine uygun, çok şovenist. O yüzden belli konular çalışılamıyor. Ciddi özgürlük kısıtlamaları var. Mesela, Kürt sorunu hâlâ ateşten gömlek. Kürt sorunundan bahseden bölücü oluyor, eşitsizlikten bahseden terörist. Bu büyük meselelere karşı, üniversitede her hareket edişimizde marjinalleştiriliyoruz. Küçük işler için çok yoruluyor, daha büyük araştırmalara talip olamıyoruz. Bu tarz konuları ancak birkaç üniversite işleyebiliyor. Boğaziçi bunlardan biri, Sabancı-Koç gibi özel üniversiteler de akademik kıymeti olan bu boş alana talip. Ayrıca bu konulardaki bilgi boşluğu, batı üniversitelerinde doktora, yüksek lisans eğitimi alan Türkiyeli öğrencilerin çalışmalarıyla dolduruluyor.

Akademik kadroların siyasetle ilişkisi, 12 Eylül’le çok net tanımlandı, istenmiyor. Binlerce hoca, öğrenci bunun için cezalandırıldı. Bu günlük davranışlara bile etki eden bir baskı. Öyle bir apolitikleşme gerçekleştirildi ki, ekmek su kadar ihtiyaç duyulan sendikal örgütlenmeyi ekonomik talep olarak bile gerçekleştiremiyoruz. Akademisyenlerin sendikaya yaklaşımı memur ve işçilerden daha mesafeli. Kadrolar, akademisyenliği bir meslek olarak gören kişilerden oluşuyor, toplumu dönüştürme iddiasını bırakın, daha özgür bir üniversite bile istenmiyor. Bu üniversitelerin sonunu getirecek. Bence, sınıfın kültürü de çok ayrışmış. Aynı sınıftan olsak da aynı dili konuşamıyoruz. Hiç eyleme katılmamış, sokağa çıkmayı “terör”le eşleştiren akademisyenler öyle çok ki… Ayrıca, taşra ve metropol üniversiteleri arasında müthiş fark oluştu. Bu “kalite” farkı gibi yansıtılıyor ancak asıl ayrışma özgürlükler anlamında. Taşranın muhafazakâr yapısı üniversiteye de yansıyor. Geniş ufuklu, umutlarla giden akademisyenler de taşradaki dar hayatlarla kuşatılıyor.

Üniversiteyi sıkıştıran başka bir şey de, dışarıdaki sorunlar. Mesela işsizlik. Eğitim kalitesi toplantılarında, öğrenci mezun olunca nerede çalışacak, diye konuşuyoruz. Neredeyse dersleri öğrenciye iyi iş bulma amacına göre düzenleyeceğiz.

- Ben sosyolojik ve siyasal boyutuyla kent üzerine çalışıyorum; kentsel dönüşüm, konut sorunu… Neoliberalizmin son yıllarda artan hıncıyla uyguladığı kent politikaları, yıkımlar müthiş eşitsizlik ve ayrışma ortaya çıkarıyor. Direniş noktaları da oluşuyor, onlarla çalışıyorum.

- Yakın gelecekte akademisyenlerin tutumu ve toplumla ilişkisi bakımından, üniversiteye gittiğimizde bankadaymışız gibi hissedeceğiz. Tek hedefi başarı olan, ancak o başarıyı, toplumsal meseleleri sorgulama olanağı bile bulmamış bir kuşak geliyor.



Murat Paker / İstanbul Bilgi Üniversitesi, Yrd. Doç. Dr, klinik psikolog, psikoterapist


- Üniversitelerin, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün toplum mühendisliği projesinde mümtaz bir yeri oldu. Özgür ve eleştirel düşünceyi en büyük tehdit gören cuntacılar, önce 1402 ile üniversitelerde beyin kıyımı yaptı, sonra üniversiteleri zapturapt altına almak için YÖK’ü kurdular. 12 Eylül en sakıncalı görülen sosyal bilimlerde sistematik bir iğdiş etme politikası yürüttü. Bu politikayla üniversitelerin işlevi, sahici sosyal problemlerle temas kurup bunları anlamaya çalışmak yerine resmi ideolojinin çok katmanlı yalanlarını yeniden üretmek, zihin açmak yerine zihin kapamak şekline büründü. Neredeyse totaliter bir sosyal bilim rejimi hâkim kılındı. Ama bazı akademisyenler, hakikatlere sırtını dönmedi, netameli sorular sormaktan, araştırmalar yapmaktan vazgeçmediler. Yok sayılan işkenceyi, Kürt meselesini, Ermeni kırımını, azınlıklar meselesini, yoksulluğu, demokrasinin güdüklüğünü, askeri-bürokratik vesayet rejimini vb. araştırdılar, yayınlar yaptılar. Özellikle son on yılda sosyal bilimler yeniden açılmaya başladı. Bunda yurtiçinde büyük baskılara rağmen yılmadan çalışan akademisyenlerin ve doktoralarını yurtdışında özgür ve kaliteli akademik ortamlarda yapanların da katkısı var.

Murat Paker

- Gayet mümkün.. Ben, 1987’den beri işkence mağdurlarıyla, genel olarak da travma üzerine çalışıyorum. Araştırmalar, yayınlar yaptım, psikoterapist olarak da çalışıyorum. Bu konular üzerine, resmi ideolojinin etkilerinden arınarak, sadece bilimsel standartlarınız ve vicdanınızla gittiğinizde aktivist olmaktan başka çareniz yok. Öğrendikleriniz, bildikleriniz sizi rahat bırakmaz. Bunların çözülmesi için bir şeyler yapmak istersiniz… Benim için asıl zor ilişki, akademi-aktivizm ilişkisinden çok, psikoterapist-aktivizm ilişkisi. Bunun dünyada birçok örneği olsa da, geleneksel olarak psikoterapistler, akademisyenlere göre çok daha fazla aktivizmden uzak dururlar. Çünkü, özellikle psikanalitik ekolde, terapinin verimli şekilde gidebilmesi için danışanın terapistin kişisel özelliklerine dair pek bilgi sahibi olmaması gerekir. O yüzden çok göz önünde olmamaya çalışıyorum. Ama katkımın olabileceğini düşündüğüm ve önemsediğim sosyopolitik meselelerde yazmaktan, konuşmaktan da imtina etmiyorum. Bunu etik bir sorumluluk olarak görüyorum. Latin Amerika’da askeri rejimlere karşı mücadeleye katkılar sunan psikanalistleri, terapistleri sevgiyle anıyorum.

Bilgi Üniversitesi’ndeki sendika deneyimi, akademisyenlik ile aktivizmin verimli bir etkileşim içinde olabileceğine iyi bir örnek. Sendikamız DİSK Sosyal-İş’e üye. Murat Belge’den Ali Nesin’e, Ahmet Tonak’tan Jale Parla’ya, Nazan Aksoy’dan Erol Katırcıoğlu’na kadar bütün üye akademisyenler birinci sınıf. Bazısı aktivist olarak da işin içinde. Üniversite yönetiminin, sendikalı bir üniversitenin daha iyi olacağını henüz anlayamaması bu gerçeği değiştirmez. Akademi gibi aktivizm de öğretir. Biz de yaparak öğreniyoruz ve nefesimiz yettiğince öğreteceğiz.

Öncelikle bireysel ve toplumsal düzeylerde travma. İşkence ve diğer politik şiddet mağdurları, egemen politik kültürümüzün derin bir travmaya tepki olarak şekillenmesi, bundan türeyen milliyetçilik. Daha genel olarak, insanların ve toplumların özerk gelişimlerinin önünde engel olan her şey çalışma alanım.



Sezai Temelli / İstanbul Üniversitesi, Yrd. Doç. Dr.

- 12 Eylül’ün izlerini 30 yıl sonra hâlâ üniversitelerde görüyoruz. Bunların başında üniversitenin iç hiyerarşik yapısı, bilimsel alan kısıtlılığı, özerklikten uzaklığı, üniversiteli kimliğinin yıpranmışlığı ve toplumla bağının zayıflığını sıralayabiliriz. Üniversitenin iç vesayeti ile sistemin vesayetçi anlayışı arasındaki paralellik özgür bilim, özerk demokratik üniversite anlayışının var edilememesindeki en önemli faktör. Bilimsel faaliyetin toplumsal yapıyla kuracağı paralelliği ortadan kaldırmaya yönelik şekillenen bu süreç piyasalaşmış bir algının hâkim kılınabilmesi için de olmazsa olmaz. Neoliberal düzenin üniversitelere yönelik tasavvuru 12 Eylül rejimi ile kurulan zeminin üzerinde rahatlıkla gelişim gösterdi: Öğrenci müşteri, öğretim elemanı da personeldir. Performans her şeydir, performansın yansıyacağı gösterge de piyasalaşmış algıya tutsaktır.

- Bir aktivist olarak bunun mümkün olabileceğini biliyorum ama çoğunluk bırakın aktivist olmayı, üniversiteli olmayı toplumsal yapıda ayrıcalıklı konum olarak görüyor. Bu ayrıcalığın bahşedilmiş olduğu yanılsamasıyla düzenle bir sorunu olmayan, aksine düzenden beslenen, düzeni besleyen, rejimin memuru olmayı tercih eden bir yerde “yeni” üniversitelinin kendisini konumlandırdığını biliyoruz. Puan tutkusu ile bilimsel faaliyet ne kadar yapılabilirse, toplumla bağ, aktivist bir kimlikle mücadele de o kadar yapılabilir.

- Bütünlüklü bakmaya çalışıyorum. Çocuklar, savaş ve yoksulluk önceliğini yitiremiyor. Hrant için adalet, nükleer santrallar, altın madenciliği ile mücadele gibi sıcak konular da gündemde. Ama bu ülkede aktivist olmak, hele üniversiteli bir aktivist olmak çok zor. Konu bitmiyor ve bizim sayımız çok az…

Akademisyen kimliğinin şişirilmesine bir son vermeliyiz. Hâlâ kanserden ölenlerin olduğu bir dünyada CERN projesi bana bir şey ifade etmiyor. Kanserin piyasalaştığı bir düzenekte kanserle mücadele edebilir misiniz? Başka bir konu; savaş. Kürt sorununa en geri önermeler üniversiteden çıkıyor. Sokağa çıkmadan veya sokağı üniversiteye taşımadan hakikatle buluşmak ve sahici çözümler üretmek sanırım çok zor.

- Bugünün en kolay yolu öğrencileri suçlamak. Akademisyenler kendi yerlerinin sorgulanmasını böylece engelleyebiliyor. Oysa bu sürecin en masum kitlesi öğrenciler. Müşterileştirilerek gönderiliyorlar, beklentiler sınırlı, görünür değil. Bunu aşacak olan, üniversiter kimlikle öğrenciyi buluşturacak, öğretim üyesi.