Deprem, günümüzdeki bilgi birikimi ve teknolojik gelişme düzeyi içinde, olacağı belirlenen, ne zaman yaşanacağı bilinemeyen bir doğa olayıdır ama kendi başına afet değildir. Kent planlama ise, bir bölgenin iktisadi, toplumsal ve fiziksel yönden geleceğinin kurgulanmasına bağlı olarak, o bölgede yer alan yerleşmelerin yeniden biçimlendirilmesine yönelik kestirim, öngörü ve tasarımları içeren çalışmalar bütünüdür. Bu çalışmalardaki yanlışlıklar ya da plansızlık depremi afet haline getiren en önemli etmenlerdendir.
Her planlama eyleminde; bağımsız değişkenler / etkilenebilen ya da yönlendirilebilen bağımlı değişkenler / yeniden yaratılan istence bağlı değişkenler planın temel girdilerini oluştururlar. Bu değişkenler, planlanan yerleşmenin, belirli bir zaman dilimindeki gelişiminin nasıl olacağı/olması gerektiği yolunda üretilen kararlar bütününü doğrudan etkilerler. Aynı zaman diliminde, bu değişkenler nitelik değiştirebilirler. Bu nedenle planlama sürekli bir eylemdir.
Deprem, niteliği gereği, kent planlama çalışmalarındaki bağımsız değişkenler grubu içinde yer alan girdilerdendir. Her yerleşmenin, konumlandığı alan yönünden, hangi büyüklükte deprem riskiyle karşı karşıya olduğu bellidir. Yerleşmeler için depremin en önemli etkisi, sarsıntı sırasında açığa çıkan enerjinin büyüklüğüdür. Bu etkiye karşı alınacak önlemler, depremin doğa olayı olmanın ötesine geçerek, bir afete yol açıp açmayacağını belirleyecektir.
Bir kentin gelişmesi; büyüyerek gelişmesi ya da yalnızca büyümesi, bilindiği gibi, çok ayrı olgulardır. Kentin bütününe ve içinde bulunduğu bölgeye yönelik olarak alınan dışsal kararlar bu olguları doğrudan etkileyebilmektedir. Örneğin, 50'li yıllardan beri siyasal iktidarların ülke genelinde uyguladıkları politikalar; iktisadi ve toplumsal olmaktan çok, siyasal popülizmin ürünü olarak verilen -ya da verilmeyen- kimi kararlar, birçok kentimiz gibi İzmir'in de hızla kalabalıklaşmasına, büyümesine yol açmıştır.
Hızla artan nüfusun getirdiği baskılar siyasal beklentilerle birleşince, bir yandan planlı gelişme kaygısından ve plan bütünlüğü kavramından uzak kararlarla artırılan imar haklarıyla kentin egemen yapılaşma karakteri bozulmuş; bir yandan da kent plan kararlarının değil, yeni hemşerilerimizin tercihleri doğrultusunda her yana doğru denetimsiz biçimde yayılmıştır.
Ne yazık ki, bütün bu gelişmeler, kentin sorunları 'kriz' noktasına ulaştığında anımsanmakta ve hemşerilerimiz olan bitene karşı ancak o noktada tepki vermektedir. Hava kirliliği yalnızca kış günlerinde; deniz kirliliği yalnızca Körfez'den koku çıktığında; kanalları ve mazgalları tıkayan çöpler ancak şiddetli yağışta anımsanmaktadır. İçinde yaşamımızı geçirdiğimiz; işyerimiz ya da yuvamız olan yapıların dayanıklılığını da ancak yeryüzü ayaklarımızın altında titremeye başladığında sorgulanmaktadır.
Oysa bu sorunların hiçbirisi sürpriz ya da 'takdir-i ilahi' değildir ve kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Akılcı yaşam biçimi, yaşanan sorunlara kalıcı çözümler üretmek; aynı sorunu defalarca yaşamamak; çıkması olası sorunları önceden görmek ve engellemek demektir. Kentlileşmiş olmak da -bir anlamda- zaten bu demektir. Planlı kentleşme kentlilerin egemen olduğu ülkelerde başarılır; o ülkelerin kentleri plan bütünlüğü içinde gelişir. Kent nüfusunun büyük çoğunluğunu kısa süre öncesine değin, kırsal kesimdeki egemen üretim ilişkileri içinde yaşamış, yetişmiş olan insanlar oluşturuyorsa o kentte üretilecek en iyi planın bile uygulama şansı olmayacak ve her depremde yine geceler, günler sokaklarda geçirilecektir.