Bu yazı, daha önce Yapı Dergisi'nin 210. sayısında yayınlandı.
Yüzyılın başındaki Osmanlı Batılılaşma istekleri... Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşma girişimleri... Şimdi de yabancıların yeni pazarı olmamız tanısıyla bu konuyu işliyoruz... Gürhan Tümer “Cumhuriyet Döneminde Yabancı Mimarlar Sorunu” adlı kitabıyla konunun 1950 öncesini anlatıyor... Bilgileniyoruz. Yalnız, “sorun” kelimesinin konuya verdiği anlama katıldığımı söyleyemem.
Genelde, yabancı mimarlar, Türkiye’deki proje işlerinin en iyi bir bölümünü Türk mimarın elinden kapmaya gelen korsanlar gibi görülmüş ve onlara karşı koymaya çalışılmıştır. Nitekim, 1958 yılında SSK yönetiminin İsrailliler’le anahtarteslimi hastane konusunda anlaşmaları üzerine; ben Oda’dan, o zamanlar çok önemli kişiler olan, 1960’tan sonra Bayındırlık Bakanı Daniş Koper ve Emin İplikçi TMMOB başkanı ve yardımcısı olarak Menderes’in ünlü bakanı Tevfik İleri’ye gitmiştik... “Askerlik ve vergi vermek iyi de, işe gelince...” diye başladığım savunmayı, “dünyada daha iyi yöneticiler de bulunur...” diye bitirince, Bakan telefonu açıp olayın üzerine bir çizgi çekmiş, arkasından SSK birçok proje yarışması açmıştı. 1950’den sonra da olsa hâlâ Devlet etkiliydi...
1950 öncesi, yabancılar Türkiye’ye gelmişler, ders vermişler, danışmanlık ve proje yapmışlar... Zaman zaman haketmedikleri itibarı görmüş olsalar da burada yaşamışlar, ülkeye kimliğini kazandıracağını sandıkları yerel neo-klasik yapılar gerçekleştirmişler. Yerel yaşamada milli veya çokuluslu dönemlerde bir mimarlık ortamının oluşmasına katılmışlardır. Onların koşullarıyla çalışan yabancıların sanki eksikliğini duyuyorum. Eğitimde dışa açılmanın, uygulamada, yerel örgütlenmede yararlı olacağını düşünüyorum. Eğitimdeki büyüme gözden geçirilirken, canlılığını yitiren gövdelere aşılar yaparak yeni dallar/düşünce ve deneyimler eklense diyorum...
1950’den sonra durum farklı... Demokrasi, Marshall yardımı, Hilton... SOM Türkiye’ye proje yapmaya gelmiyor... Uluslararası bir otelcilik örgütüyle birlikte gelmiş, zorunlu olduğu için en gözde mimarınıza küçük bir katılma olanağı sağlayarak imzasını almışlar, taşaronluk yaptırmışlardır. Böylece kapitalizmin sermayesi, örgütü, mimarisi ve mimarıyla girişi başlamıştır. Batılılaşma, Batı’ya açılma, Batı’ya kapıları açma... Eğer Batılılaşamıyor, o düzeyi sağlayamıyorsan, kuramsal alanda, uygulamada ve ekonomide koloni olma süreci başlamaktadır.
Serbest pazar ekonomisinin denetimsiz tüketimini sürdürmek, kamçılamak için kapitalizmin büyük güçleri yapıları biçimlendirmekte, etkileyici ölçüler ve mimari doğmaktadır. Gittikçe artan yapı yükseklikleri, güneşte ve karanlıkta parlayan cam prizmalar, pahalı malzeme yarışı!.. Sermayenin insan varlığına meydan okuması! Bu anonim, her türlü incelikten yoksun, her kapitalist çerçeveye uygun cam kutular pazarlanmaktadır...
YAPI dergisinin Mart (208.) sayısında Doğan Hasol, “Türk mimarlığının geleceği”ne, bu yabancı mimarlara pazar olmaya başlamış ülkede mimarinin geleceğine endişeyle bakmaktadır. Hasol’un saydığı birtakım yabancı projelerin hiçbirinin sıradışı bir başarı örneği olmadığını biliyoruz. Bizim işverenlerin bir sıradışılığı göğüsleyecek cesaretleri de yok. Yani sanat alanında herhangi bir yarışa katılmak yerine, orta sınıf birikimiyle sözde seçim yapıyorlar. Dünyanın büyük bölümü ile birlikte!.. O zaman ne arayıp, yerel neyi bulamadıkları anlaşılmıyor?
Arredamento Mimarlık dergisinin Mart (100-12) sayısında Haydar Karabey Türkiye mimarlığını sorgulama girişimi içinde, “Sermayeyi, gücü, bilgiyi, soruyu üreten merkez elbette çevreyi etkileyecek. Malzeme, teknoloji ve projeler de -hazır olarak- merkezden gelecek, bizler izleyici, taklitçi ve taşaron olacağız” diyor. Gerçekten, yabancı mimar konusu şimdi bütünüyle bir globalleşmenin içinde, yaşamın uygarlık denen tüm yönleriyle, mimarisi ve mimarıyla yok olmak sorunudur...
Tartışmayı tekrar mimarlıkla sınırlayalım!
Yabancı mimarı kim çağırıyor?
Genelde işveren çağırır... Globalleşmek ile kolonileşmek arasında biryerler seçmek zorundayız. ABD’den Japonya’ya kadar birçok Aldo Rossi yorumu görmek olanaklı. Ünlü Michael Graves çalışmalarından, Rossi’nin göz kırptığını görür gibi oluyoruz. Bir zamanlar Le Corbusier öğretilerinin, Güney Amerika’dan yine Japonya’ya kadar her tarafta görüldüğünü unutamayız. Türk mimarlarından yeni söylemler, tartışılabilecek düşünceler beklemek, onları taklitçilikle suçlamak kolaydır. Ama o beklenenleri vermek, bekleyenler için de zordur. Beklentiyi çok yüksek tutarak, ortada ne var ne yoksa “hiç” saymak, korkarım ucuz bir yiğitliktir. Sanatçılar, sanat uzmanları, kuramcılar, genelde düşünürler... Eski düşünceleri yinelemeden, eskilerden yeni harmanlar oluşturmadan, kısa ömürlü kıvrak spekülasyonlar dışında ne kadar yeni düşünce, yeni söylem üretiyorlar?
Birbirini bu kadar sevmeyen, güvenmeyen, seçmeye ve açıkça konuşmaya cesaret edemeyen insanların oluşturduğu bir toplumda yaşamak büyük bir üzüntü!
Tasarım fenomeninin karşısında piyasa koşullarının içinde savaşan uygulayıcı.. Sağlam bir tarih bilgisine sahip, kuramların yabancısı olmadan, dolaşan düşünceleri izleyen tasarım temel ilkelerini seçmiş ve yetenekli (evet bu çok önemli), yetenekli bir mimar neyinize yetmez? Onun tasarımına sıkışmış söylemleri varsa, eleştirmenlerin de ilgisi, gayreti beklenmez mi? Biçim ithal eden uygulayıcılar varsa, söz ithal eden eleştirmenler, hattâ düşünürler yok mu? Sanatta hiçbir mutlak kesinlik olmadığına göre, her tasarımdan bir söyleme mutlak bağlılık belgesi istenmesi gerekir mi?
“Taklit” ile “kopyacılığı” yerlerine iyice koymakta yarar var... Kuşkusuz taklidin de bir yaklaşımı, bir yorum niteliği var. Mimaride çok yaygın olduğu gibi resimde, müzikte, edebiyatta yok mu? Taklit payı hiç olmayan... Hele aynı çevrede, hele dünyanın eriştiği bu iletişim düzeyinde? Belki müzikte, bir ustanın kompozisyonunu birçok uygulayıcının kendi yorumlarıyla dinletmeleri gibi...
Kronos-Çocuklarını yiyen tanrı
Cumhuriyet’in 50. yılında, 75. yılında veya her fırsatta Türkiye’de mimarlık
“yok” sayılırsa...
1920’lerin sözde “Milli Mimari”si sayfaları, kitapları
doldurursa, mimarlık okulları ocakçılığı veya bir vasat dayanışması dışında
hiçbir mimarın ciddi ve sürekli izlemeye alındığı görülmez. İzlemeye değer bir
yönünün araştırılması gereken birkaç mimar bulunamaz!
Karabey, “son on yılın en iyi tasarımını, yapısını seçmeyi deneyin” diyor. Bence bunun yerine, “on yapısını seçin” dese her şey başka türlü olacaktır. Güzellik yarışmasında doğrudan bir taneyi aramak olumsuz bir başlangıçtır. Karabey, “zaten bulamazsınız...” diye sürdürüp, “Türkiye’de her şeyin döküldüğünü“ söylüyor. Gerçek! Ama bana göre dünyada dökülmeyen çok az şey var! Bizde biraz fazla!
Yabancı mimarlara dönersek... Bugüne kadar görmediği zenginliği yaşayan işverenimiz niçin yabancıya yönelmesin? Pek çok dekorasyon ve mimarlık dergisi yabancı isim taşıyor. İçleri yabancı örnekler dolu. Mağazalar ithal mobilya, giyim vb. satıyor. Ev yapan firmalar “Kaliforniya” pazarlıyorlar. Ülkenin en büyük firmaları yabancı ortak olmadan, koleksiyon yapmak dışında adım atmıyorlar veya sekiz kişilik yönetim kurulunun üçünü dışarıdan getiriyorlar. Dördü de aileden zaten!
Yayınlar seçici değil, halk da seçici değil. Doğan Kuban’ın “toplumun istek oluşturmaması” ifadesi her şeyi çok iyi anlatıyor...
Türkiye nereden yönetiliyor?
Aslında hepimiz huzursuzuz... 1920’lerden beri gereksinme ile birlikte yaşamımıza giren yabancı mimarlar, “Devlet, Efendimiz” iken Ankara’da etkin oldular. Şimdi “Sermaye, Efendimiz” olunca, Türkiye’nin kalbi İstanbul’da atmaya başladı ve damarlarımızda yabancı sermaye ile bilgi, bize can ve yön veriyor.
Piyasa, İstanbul, Özal, Friedman... Globalleşme düzeni içinde işler biraz
karışık! Artık telefonu açıp, konuyu kapatacak bir Tevfik İleri yok ve telefonun
arkasından bir düzine proje yarışması çıkmayacak! Zengin ülkeler veresiye mal
verip, iş yaparak, marka satarak sizi (bizi) mutlu kılıyor ve günümüzü gün
ediyoruz. Para varsa yabancı sporcu, hamburger, film, üst-baş, aklınıza ne
gelirse; yabancı yosmalara kadar... Bavul ticaretini tek yönlü sanmayın.
Çantaların içinde yalnız ucuz mallar değil, dolar da gidiyor. Durum, kimin ne
kazandığı anlaşılamayacak kadar karışık. Ama yeniçağda Batılı’nın bilançosu
hiçbir zaman zararla kapanmamıştır. Hitler gibi hasta yaratıklar dışında, o
toplumlar her zaman işini bilirler.
Biz Batı dünyasının bir parçası ve bu nitelik içinde, kimliği olan bir ulus
olmayı başaramadık. Kendisine biçilen rolü tartışmasız kabul eden bir tür koloni
toplumu niteliğini seçtik. Beyaz adamın her dediği doğru, her yaptığı güzel vb.
Ölçüt onlar... Durum böyle olunca, İstanbul’un ağalarının onlara koşmaları
doğal! Bunun artması da beklenmelidir!
Yeni bir söylem olmadığını söylemek de
yeni bir söylemin, yeni düşüncelerin tohumu değildir. “Bir şey yok ki ne
söyleyeceğiz?” savunması ise tümden geçersiz. Yanlışı göstermek ve doğruyu
söylemek için hiç engel yok! Hele uygulama olanakları bulan bir mimarın yapacağı
“işte böyle” demektir...
Korumacılık veya “Tabula Rasa”
Mimariyi korumacılık çırpınmalarına hapsetmek gerekmez. Doğa güzel ve
acımasız... İnsanlar kendilerini korurken barbar olabiliyor... Mimarın işi yapı
yapmak. Çevreye saygılı olmaktan öte, çevreye göre yapı yapmak. Soyut bir
korumacılıkta mimar ancak yardımcı olmalı, işi olan “yapı”yı iyi yapmalıdır.
Mimar doğada yapı yapmak için güzel yer arar. Sanki doğa, yapıları bekler ve
ancak orada insanla buluşur... Olması gerekir, diye düşünürüm.
Şehir
çevresinin, tarihi ve sanat niteliği olan yapıların korumacılığı da diğerine
benzer. Yeni yapılar kendilerine yer açmak için eskileri yok etmek isterler.
Terazinin kefesinde para var... Korunacakları iyi seçmek, iyi yaşatmak,
korumacıların kültürel, saygıdeğer işi; mimar onun dostu ve yardımcısıdır. Ama
mimarlık, yapı yapmaktır. Koruma, mimarinin önüne geçmemeli.
Korumacılara karşı yıkıcılar, dekonstrüktivistler... Her şeye yeni baştan başlamak isteyenler var. Gençler, dünya onlarla birlikte başlamasa da, onlarla birlikte yeni bir döneme girmesini isterler. Tabula Rasa, masanın üstünü temiz teslim almayı isterler. Sürekliliğin içinde olduklarını bilmek, başarılarının engellendiği duygusunu verir. Yapıcı veya yaratıcı bir yıkıcılık isterler...
Korumak isteğinin beraberinde getirdiği düşünceyi de korumak ile, olan
varlığı ve düşüncesinden arındırılmış... Meydanı boş teslim almak koşullarının
ayın iki ucu gibi birbirlerine yaklaştığını görürüz. İkisi de dayatmacı, üretici
olmayan, yaşamın üreticiliğini engelleyen yaklaşımlardır.
Mimara üretim
yakışır!..
Kosova, mimarlık, uçak tasarımı
İnsanların iki kavgası var: biri doğa, diğeri kendileri... Taksim Meydanı’nda
ancak 500 kişinin toplanması, Sırplar’ın yaptıkları kadar acı veriyor. Kimse
kimseyi sevmiyor. Kosovalılar için, Nato uçakları binlerce ayak yükseklikten
bomba stoklarını boşaltıyorlar... Politikaları “sıfır” risk, kara harekâtı
yok!
Elli yıldır beklediğimiz mimarlık eleştirilerinin başlamasına
seviniyoruz. Fakat o kadar yüksekten yapılıyor ki kimseye dokunmuyor, kimsenin
keyfi kaçmıyor. Hem eleştiri var, hem rahatsızlık yok!.. Ayrım, seçim yok,
başarı yok, dost yok, düşman yok... Sonuç yok!
Gazeteler savaş, uçak fotoğrafları yayınlıyor... Bu aletlerin var olma nedeni kötü, ama biçimleri tasarım harikası. Uçmanın, biçimi olumlu etkilediği bir gerçek. Gittikçe güzelleşen uçaklara bombalar, silahlar da biçim güzelliği katıyor. Öldürme işlevinin, korkunç anlamına karşın anlatım kazandırması çelişkilerin en büyüğü!