Geçen hafta, ABD’de Büyük Depresyon olarak anılan ekonomik gerilemeyi
tetikleyen borsa krizinin 80. yıldönümüydü. Aynı günlerde açıklanan ABD büyüme
verileri, kimilerine göre, Büyük Depresyon’dan bu yana yaşanan en büyük ekonomik
sarsıntının sonuna gelindiğini haber veriyordu. Bu ne mutlu bir rastlantı
olacaktı, eğer gerçeği yansıtıyor olsaydı…
1929 ve ardından gelen 10 yıl
28 Ekim 1929 günü Dow Jones indeksi yüzde13 düştü. 29 Ekim günü de yüzde 11.7
ile düşmeye devam ederek üç hafta içinde toplam yüzde 35 değer kaybetti. 17
Nisan 1930’a gelindiğinde borsa indeksi 28 Ekim düzeyine çok yakın bir yere geri
dönmüştü. Ancak, birçok yorumcunun sarsıntının artık geride kaldığına inandığı o
günlerde, borsa çöküşünün etkileri banka sistemini vurmaya, bir kredi krizinin,
buna bağlı olarak da “Büyük Depresyon”un kıvrımları açılmaya başlıyordu.
Depresyon’la birlikte, batan bankalar, kapanan fabrikalar, yüzde 25’lere
ulaşacak olan işsizlik süreci içinde borsa yeniden düşmeye başlayacak, üç yıl
içinde değerinin yüzde 89’unu kaybedecekti. New York Borsası’nın 1929 Ekim
öncesi düzeye dönmesi için 1950’lerin ilk yarısını beklemek gerekecekti.
Bunların tümü, serbest piyasa modelinin terk edilerek New Deal (devlet
eliyle, yatırım iş ve talep yaratma, mali piyasaların denetim altına alınması)
uygulamalarına geçilmesine, II. Dünya Savaşı dönenimin getirdiği büyük bütçe
açıklarına rağmen yaşanacaktı. Bu gün birçok ekonomist, tarihçi, Büyük
Depresyon’un aşılmasında, “New Deal”in yanı sıra, savaş harcamalarının da büyük
rol oynadığını savunuyorlar. Bu akla yakın bir açıklama olmakla birlikte, iki
çok önemli etkeni göz ardı ediyor.
Birinci etken ekonominin yeniden “artıdeğer” üreterek, kâr oranlarını restore
etmeye, dolayısıyla büyük kamu açıklarını tavsiye etmeye olanak sağlayacak yeni
bir sermaye birikim modeline (Fordizme) kavuşması. Savaş döneminin, büyük üretim
seferberliği içinde yaşanan teknolojik gelişmeler, bu modelin hem olgunlaşmasına
hem de bu model üzerinde hızla yayılacak, otomotiv, elektrikli aletler, kimya,
ilaç, havacılık gibi yeni sanayi dallarının şekillenmesine olanak sağladı.
İkinci etken, savaş döneminde Avrupa ve Japonya’daki kapasitenin (fiziki
sermayenin) imha edilmesiyle ilgiliydi. ABD’de Büyük Depresyon’a yol açan,
devlet harcamalarıyla, bütçe açıklarıyla zar zor denetim altına alınabilen aşırı
üretim kapasitesi, savaş sonrasına, Avrupa ekonomisinin, ABD’nin uluslararası
hegemonyasının inşa sürecine ihraç edildi.
Büyük Depresyon’la ilgili çalışması Financial Times’ın 2009 kitap ödülünü
kazanan Liaquat Ahamed’in de vurguladığı gibi, “1929 krizinin de arkasında bir
kredi köpüğü vardı” (FT, 30/10/09). Bu, kısa dönemde, borsa spekülasyonu, bu
spekülasyonu destekleyen aşırı kaldıraçlı mali işlemlerin yarattığı bir köpüktü.
Bu yüzden önce borsa, ardından bankalar, buna bağlı olarak da sanayi üretimi
çökmeye başladı. Depresyon sırasında devletlerin kendi ülkelerinin piyasalarını
koruma çabası, 1870’lerde başlayan küreselleşme dalgasının sonunu getirdi.
1929 krizine uzun dönemli bir bakış ise bizi Sanayi Devrimi’nden sonra
İngiltere’nin uluslararası hegemonyasının oluşmasına olanak veren yaygın sermaye
brikim modelinin, Avrupa ve ABD’de genelleştikten sonra, 1873 depresyonunda
açığa çıkan yapısal krizine götürüyor. Krizle birlikte, merkez ekonomilerinde
hızlı bir finansallaşmanın, sermaye ihracının, ikinci bir emperyalist dalganın
başladığını, diğer bir deyişle, bir kriz yönetim modeli olarak küreselleşmenin
şekillendiğini görüyoruz. Özetle, 1870’lerde başlayan bir yapısal krizi öteleyen
finansallaşmanın, küreselleşme modelinin tükenmesinin sonucu olarak, Büyük
Depresyon’un gündeme geldiğini söyleyebiliriz. Kriz ise ancak, yeni bir birikim
modelinin şekillenmesiyle, küresel hegemonya sorununun çözülmesiyle
aşılabildi.
2007 sonrası…
Lehman Borthers’ın batmasıyla yaşanan 44 ’lük borsa çöküşü, 1929 borsa
çöküşünün ilk elde yaşanan yüzde 35’lik çöküşünden daha büyüktü. Yeni iletişim
teknolojilerini, interneti, tedarik zincirlerini, hâlâ denetim altına alınamayan
karmaşık borsa enstrümanlarını, kredi, türev piyasalarının toplam hacminin dünya
ekonomisinin 6-7 katına ulaştığını göz önüne aldığımızda, bugün krizin aşılması
için temizlenmesi gereken kredi köpüğünün, kapasite fazlasının, kapanması
gereken talep açığının Büyük Depresyon’dan çok daha büyük olduğunu kolaylıkla
kavrayabiliriz. Sermaye birikim sürecinin yapısında, özellikle Çin gibi yeni
birikim merkezlerinde yaşanan değişimlerin, bugüne kadar esas olarak artıdeğerin
üretiminin emek süreçlerine değil, sermayenin dolaşımının hızlandırılmasına
yönelik olmasına bakarak, ufukta henüz yeni bir birikim modeli olmadığını da
söyleyebiliriz.
Bu koşullarda yukarıda değindiğim yapısal etkenler yerli yerine oturmadan
krizin bir dönem ABD’nin büyüme hızının beklenenin biraz üstünde çıkmasına
bakarak aşılma sürecini girmesini beklemek, iyi bilgilendirilmiş bir iyimserlik
olmuyor. Geçen hafta açıklanan yüzde 3.5’lik büyüme hızının en fazla 0.5’lik
kısmı piyasanın kendisinden kaynaklanıyordu, geri kalanıysa, devlet
harcamalarından, kurtarma, teşvik önemlerinden etkilerinden (Wall Street
Journal, 30/10/09; Washington Post, 30/10/09).
Büyüme verilerinin açıkladığı gün güçlü bir tırmanış sergileyen borsalar,
işsizlik, tüketim harcamaları, yeni ev satışları gibi verilere bakarak büyüme
verilerine güvenlerini hemen kaybettiler (Bloomberg, 31/10/09). İkinci gün,
dünya ekonomisinin merkezindeki borsalarda yüzde 2.5 yüzde 3’e ulaşan
gerilemeler yaşandı. “Volatilite” (dalgalanma) indeksinin yeniden yükselmesi bir
süredir borsalarda yaşanan spekülatif toparlanmanın sona erdiğini düşündürüyordu
(Market Watch, 31/10/09).
Tartışmalarda, iki nokta öne çıkıyor: Birincisi, ABD ve İngiltere
(Anglo-Saxon modelinin iki merkezi) başta olmak üzere devletlerin bütçe
açıklarının, IMF eski baş ekonomisti Ken Rogoff’un deyişiyle “ancak savaş
dönemlerinde görülen büyüklükteki kamu borçlarının” (Bloomberg 30/10/09)
yarattığı köpüğün getirdiği yeni sorunlarla ilişkili. Bu köpüğü söndürmek için
gerekecek mali disiplinin ya da köpüğü sürdürmenin borçlanma maliyetleri
(faizler) üzerindeki etkilerinin, olağan iş devrelerine ilişkin bir ekonomik
“toparlanma” olasılığını dahi zayıflattığı kesin. İkincisi, doların değer
kaybetmesinin, sıfır, hatta negatif faiz ortamının yarattığı yeni “carry trade”
dalgasının, doların değerlenmeye başlaması durumunda mali piyasalarda yaratacağı
patlayıcı etkiyle ilgili.
Birincisi, bütçe disiplini, tüm siyasi ekonomik sonuçlarına karşın denetim
altında tutulabilse bile, Financial Times’tan Samuel Brittan’ın işaret ettiği
gibi, “resesyon öncesi büyüme trendine geri dönme olasılığı yok”. En iyimser
olasılık, uzun süre durgunlukla, sürünme arasında, yeni bir kazaya yol açmadan
devam etmek (Rogoff)… Önümüzde, Balakrishnan’ın, New Left Review, Eylül/Ekim,
2009 sayısında vurguladığı gibi uzun süreli bir “steady state” (patinaj) dönemi
olabilir.
İkincisiyse, bir kazaya yol açmadan ilerlemenin ne kadar zor olduğunu
gösteriyor.
1929’dan sonra düze çıkmak için 20-25 yıl geçmesi, II. Dünya Savaşı’nın
yaşanması gerekmişti…