Türkiye için maddi ve manevi çok büyük kayıplara neden olan ve tüm ülkemizi büyük yasa boğan 7.4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 Doğu Marmara depreminden bu yana tam yedi yıl geçmiş olmasına karşın Türkiye, depremlerle mücadele konusunda, bugüne dek, ne yazık ki bir arpa boyu bile yol alamamıştır.
17 Ağustos 1999 Doğu Marmara depremi, toplumumuzda açtığı büyük sosyal, psikolojik ve ekonomik yaraların yanı sıra Türkiye'nin, özelde deprem, genelde doğal afetler politikasına ilişkin önemli bazı gerçeklerin de su yüzüne çıkmasına neden olmuştur. En önemlisi, başta devletin ilgili kurumları olmak üzere tüm toplumun, depremlerle mücadele konusunda ne kadar bilgisiz, bilinçsiz ve hazırlıksız olduğu gerçeğidir.
Bunun doğal bir sonucu olarak, söz konusu depremin bilançosu 30 bin ölü, 25 bin yaralı ve yıkılan 5 bin konut olmuştur. Deprem sonrasında oluşan işgücü kaybı, bölgeye yapılan yatırımların azalması ve diğer dolaylı kayıplar birlikte değerlendirildiğinde ise, Türkiye'nin bu deprem nedeniyle uğradığı ekonomik kayıp, 40 milyar doları bulmuştur.
Türkiye'nin bu deprem sonrasındaki tek kazancı, toplumun deprem konusunda, o güne kadar olduğundan çok daha fazla bilgilenmiş ve bilinçlenmiş olmasıdır. Ancak toplum, bu kazancına ve depremlerle mücadele konusundaki özverili yaklaşımına devletten yeterli desteği ve katkıyı, ne yazık ki, görememiştir.
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın, çeşitli kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör temsilcilerinin katılımı ile, 2004 yılında İstanbul'da topladığı Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk ve tek deprem şûrası, bu konuda bir umut ışığı olmuş; ancak, büyük emek ve paralar harcanarak oluşturulan bu büyük organizasyon sonunda, da yine 'dağ fare doğurmuştur' . Çünkü, bu tür şûra toplantıları sonunda, hükümete ya da ilgili bakanlığa sunulmak üzere bazı somut kararların alınması gerekirken, şûranın hiçbir oturumunda hiçbir karar oluşturulamamıştır.
Yalnızca toplantı sonunda, kim ya da kimler tarafından kaleme alındığı bilinmeyen, ancak Divan Başkanlığı'nca hazırlandığı sanılan bir 'Şûra Sonuç Bildirgesi' bizzat Bayındırlık ve İskân Bakanı tarafından, bir basın toplantısıyla, kamuoyuna sunulmuştur. Dolayısıyla bu sonuç bildirgesine şûra delegelerinin doğrudan bir katkısı olmamıştır. Ayrıca, söz konusu şûra toplantısından bu yana da tam üç yıl geçmiş olmasına karşın hükümet, depremlerle mücadele konusunda Şûra Sonuç Bildirgesi'nde dile getirdiği ve hemen uygulamaya koyacağına dair söz verdiği kararların hiçbirini, bugüne dek, uygulayamamıştır.
Bunun en önemli nedeni ise, depremlerle mücadele konusunda Türkiye'de henüz bir siyasi iradenin oluşturulamamış olmasıdır. Oysa, siyasal irade olmaksızın depremlerle mücadelede başarılı olmak olanaklı değildir.
17 Ağustos 1999 depreminden sonra, depremlerle mücadele konusunda birçok yeni yasa çıkarıldı ve çok sayıda hükümet kararnamesi yayımlandı. Ancak, gerekli altyapı hazırlanmadan çıkarılan bu yasaların ve yayımlanan kararnamelerin hiçbiri uygulanamadı. Çünkü, Türkiye'de bu karmaşık mevzuatın ötesinde bir de yetki karmaşası söz konusudur. Türkiye'de depremlerle mücadele konusunda, Afet İşleri Genel Müdürlüğü. Teknik Araştırma Uygulama Genel Müdürlüğü, Yapı İşleri Genel Müdürlüğü gibi yasal olarak yetkili kurumlarımız varken, 17 Ağustos 1999'dan sonra Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel Müdürlüğü adı altında yeni bir kurum daha oluşturuldu. Ancak, bu kurum da gerekli mali destek ve bilgili, deneyimli teknik eleman kadrosuyla donatılmadığı için hiçbir etkinlik gösteremedi.
Keza, yine 17 Ağustos 1999'dan sonra oluşturulan Ulusal Deprem Konseyi de aynı nedenlerle etkisiz kaldı.
Aslında, Türkiye'de depremlerle mücadele konusunda etkin olabilecek yasalarımız var. Ancak yasaların olması yetmez, bunların etkin bir biçimde uygulanması gerekir. Bugün Türkiye'nin her alandaki en önemli sorunu, mevcut yasaların etkin bir biçimde uygulanmıyor olmasıdır.
Hükümetlerin temel görevi, her şeyden önce toplumun can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Depremlerle ilgili olarak da, can ve mal güvenliğini sağlamanın temel koşulu ise, hem mevcut yapıların hem de bundan sonra inşa edilecek yeni yapıların depreme dayanıklı olmasıdır. İnsanlar, içinde yaşadıkları evlerinin, çalıştıkları işyerlerinin, çocuklarını gönderdikleri okulların, hastalarını yatırdıkları hastanelerin, trafikte üzerinden geçtikleri yoların ve köprülerin olası bir depreme dayanıklı olarak inşa edilmiş olduğundan emin oldukları zaman, deprem onlar için korkulacak bir olay olmaktan çıkacaktır.
Çünkü, bileceklerdir ki herhangi bir depremde yapıları belki sallanacaktır ama yıkılmayacaktır; dolayısıyla canlarına ve mallarına herhangi bir zarar gelmeyecektir. Hükümetler de topluma bu güvenceyi sağlamakla yükümlüdürler.
Depremlerle mücadelede başarının tek ve kesin ölçüsü budur. Bunun için de kaçak yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemelidir. Mevcut yapı stokunun depreme dayanıklılığı ölçülmeli ve gerekli önlemler bir an önce alınmalıdır. Ancak, tüm bunları yapabilmek için hükümetlerin, arkasında sağlam bir siyasal iradenin de bulunduğu bir depremlerle mücadele stratejisinin olması gerekir. Ne yazık ki, bugün Türkiye'de bunların hiçbiri yoktur.
Aslında, 17 Ağustos 1999 Doğu Marmara depreminden sonra, Türkiye'deki depremle ilgili kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve bazı yerel yönetimler, sınırlı olanakları ile, depremlerle mücadele konusunda olumlu bazı çalışmalar yapmışlar, projeler üretmişler; ancak, bu çalışmaların hiçbiri hedeflenen amaçlarına ulaşamamıştır.
Çünkü, hem hükümetlerden yeterli maddi desteği görememişlerdir hem de tüm bu çalışmaları koordine edecek ve uygulamaya koyacak bir üst kurum oluşturulamamıştır.
Sonuç olarak Türkiye, maddi ve manevi çok büyük kayıplara neden olan ve tüm ülkemizi büyük yasa boğan 7.4 büyüklüğündeki 17 Ağustos 1999 Doğu Marmara depreminden bu yana tam yedi yıl geçmiş olmasına karşın, depremlerle mücadele konusunda, bugüne dek, ne yazık ki bir arpa boyu bile yol alamamıştır.
Prof. Dr. K. Erçin KASAPOĞLU Hacettepe Üni.Jeoloji Müh. Böl. Öğr. Üyesi