BR> MesutT: Bir mimar nasıl
geziyor?
Bir kere galiba mimarın mimar gibi gezmemesi gerekiyor.
Mimar gibi gezmemekten kastım şu: Sadece yapı ölçeğinde, sadece onun iç kurgusu
ya da estetiği ölçütleriyle gezmemek. Onun için sürekli modernleşme, kent
kavramlarını vurguluyorum. Bir gündelik hayat ölçeği ve yerle bağlantı kurmak
lazım. Yedi günlük bir gezide bu ne kadar mümkün olabilir bilmiyorum. Ama gezi
boyunca hep vurguladığım; bir yapıya sadace mimarlığın ya da mesleki formasyonun
sunduğu kısıtlılık içinde bakmamaya çalışmak. Sonuçta modernleşme ya da
küreselleşme dediğimiz kavramlar sadece mimarlığı ilgilendirmiyor. Bunlar,
sosyal bilimlerden siyasete ve ekonomiye, pek çok alanda ortaya çıkan olgular.
Tam da bu yüzden amacımız en dar anlamıyla mimar gibi gezmemek. Bir binanın, tüm
kenti gezerken orada olduğunu kavratmak; tam da gündelik hayat ölçeğini
yakalayabilmek; en azından bunun ipuçlarını vermek, hissettirmek.

Foto: MVRDV ofis ziyareti
MesutT: Mekanar
gezginleri bundan sonra hangi şehirleri görecek?
Seneye Paris
var. Paris, bilinçli bir tercih. Anlamanın doğası, karşıtlıkları ya da
benzerlikleri görmeyi gerektiriyor. Bu anlamda Paris ve Londra, iyi bir ikili.
Türk modernleşmesini anlatılırken hep İstanbul ve Ankara karşılaştırması
yapılır; tam da bu karşılaştırmanın bir benzeri başka bir ölçekte Londra ve
Paris için düşünülebilir. Elbette Paris tek başına kendi içinde okunabilir; ama
Paris’i seçmemizin bir nedeni de bu karşılaştırmayı yapabilmek. Londra’nın erken
modernleşme hikayesi, ilk olduğu için birçok özgünlüğü ve kendine has
durumlarını taşıyor. Haussmann’ın Paris’te 19. yüzyılda yapmış olduğu büyük
müdahaleler, örneğin bulvarlar Londra’da yok. ‘Güneşin batmadığı imparatorluk’
olarak nitelenen, bütün dünyanın ilk metropolü olarak, çok ilginç bir şekilde
bütün o metropollerde görmeye alışık olduğumuz büyük bulvarlar, bulvarların
bağlandığı büyük meydanlar, meydanların ortasında bir takım anıtsal yapılar
görülmez. Tam da Londra’yı gördükten sonra, bu durumun ilk gerçekleştiği kenti
görecek olmak bana çok ilginç geliyor.
Amsterdam, Londra, Paris’ten
bahsettik, sonrası için bunlara Barselona, Berlin’i de katabiliriz; bunlar,
modernleşme dediğimiz kavramın 18., 19. yüzyıllarda ilk çıktığı yerler. Aslında
hep Avrupa’dan bahsediyoruz; bu kentlere birinci kuşak modernleşme kentleri
diyebiliriz. Mekanar gezileri olarak bu ölçekte kalmamayı istiyoruz. Bütün bu
olgularla nasıl uğraşacağımızı, anlayacağımızı kavrayıp, sonrasında da başka
modernitelere kaymak gerekiyor. Uzakdoğu’da ya da Güney Amerika’da bambaşka
şeyler oluyor. Avrupa’nın hiç karşılaşmadığı, orada hiç ortaya çıkmamış
modernite olguları var. Bunları da yerinde kavramak lazım. Tokyo, Mumbai, Pekin,
Amerika… Örneğin Los Angales denilen kent hiçbir şeye benzemiyor; eğer
karşılaştırma yapılamayacak bir kent varsa, benim için bu Los Angeles’tir.
Avrupa’yla başlamak doğru, çünkü modernleşmenin doğduğu, başladığı yer; ama bu
kavrayışı başka coğrafyalara, başka bilgi düzeylerine sıçratmak lazım. Bunun da
olacağına inanıyorum.
|